29 Ağustos 2017 Salı

CEPHEDEKİ SEVGİLİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU, Hattat, Gazeteci Yazar,

CEPHEDEKİ SEVGİLİ

Nuran Fırat
Bin Dokuz Yüz Yetmiş Dört, Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Yunanistan’ın Trakya’dan topraklarımıza saldırı olasılığına karşı tedbir olarak çok sayıda askeri güç sınıra yönlendirilmişti.
           Tekirdağ’ın Malkara İlçesindeki Tank Taburu da aynı nedenle İpsala Sınır Kapısı çevresinde konuşlandırılmıştı. İlk günler çok heyecanlı geçiyordu, bölgede karartma uygulanıyordu, geceleri kimse gözünü kırpmıyordu.
           Zaman zaman uçak saldırısı alarmı veriliyordu, ne var ki kimse kurallara uygun davranmıyordu. Herkes elindeki silahın namlusunu havaya doğrultup, geleceği varsa göreceği de var kabilinden gelecek olan uçağa karşı tetikte bekliyordu.
           Türk askeri geçmiş savaşlarda atalarının göstermiş olduğu kahramanlık destanlarına bir yenisini eklemek için kurgulanmıştı adeta.
           Günlerce beklememize karşın Yunanistan böyle bir macerayı göze alıp o cesareti gösteremedi.
           Heyecan doruktaydı, ancak karşısında bu cesareti gösterebilecek bir kimseyi göremeyince gün geçtikçe azalıyordu.
           Bir süre sonra ortam sakinleşecek, sınırı yoğun bir biçimde kaplayan askeri güçler de daha geri sınırlara çekilmeye başlayacaklardı.
           Bizim tank taburu da İpsala Sınır Kapısı yakınından kalkarak daha içerdeki bir köyün yakınına yerleştirildi. Kendi koşullarımıza uygun geniş bir araziye yerleşip, düşmana görünmemek için arazinin yapısına uygun olarak, araçlarımızı kazdığımız çukurlara gömüp, çadırlarımızı toprağın altında kurup, üstünü de ağaç dallarıyla kamuflaj yapıp, kendimizi yukarıdan görünmeyecek bir h-duruma getirip toprağın rengine büründük.
           Yaşanan bu savaş geriliminden ötürü herkes inanılmaz derecede yorgun düşmüştü. Askerin dinlenmesi için birkaç gün hiçbir eğitim yapmadan öylece bekledik.
            Bir Pazar günüydü, askeri bir araçtan birkaç tane davulcu ve zurnacı indi. Şaşkındık bunlar nereden çıktı diye bakınırken, Tabur Komutanımız Yarbay Cahit Kaman, bizi uyardı. Kolordudan göndermişler, askerin moralinin düzeltilmesi için.
            Taburu geniş ve düz bir alana topladık, yakınımızda olan diğer birlikleri de davet ettik. Davulcular ve zurnacılar birden başladılar çalmaya, herkes şaşkındı, kimsenin içinden oynamak gelmiyordu. Yarbay Kaman, yeni bir talimat verdi, birlikler arası güreş müsabakası yapılacak. Bir anda bir coşku sardı herkesi, kendine güvenen askerler ata sporlarını yapmak için birer birer alanın ortasına toplandılar.
             Güreşler yapıldı, yenenler, yenilenler birbirlerini kucakladılar, ortam biraz yumuşayınca artık güreşin yerini, halay almaya başladı. Ağır bir stresten çıkan askerler artık iyice deşarj olmaya başlamışlardı.
             Tankçı Asteğmen Enver Tuğcu, boynuna astığı davul ile çeşitli maskaralıklar yaparken, zurnayı çalar gibi yapan Tankçı Üsteğmen Mümtaz Bayazıtoğlu, renkli figürleri ile stresten çıkmaya çalışan askerin rahat hareket etmesine ortam hazırlıyorlardı. Bölük Komutanımız Üsteğmen Nurettin Noyan bu yaşananları ilgiyle izliyor ve sonunda halay gurubunun arasında yerini alıyordu.
             O gün özel bir mönü ile ödüllendirildi asker. Günün kararmasına kadar askerler güreş yaptı, türküler söyledi, halaylar çekti, streslerini atabilmek için içlerinden ne geliyorsa öyle hareket ettiler. Kimse kimseye dokunmadı, herkes aklına estiği gibi stresini atmaya çalıştı.
             Tüm bu olan bitenleri Alay’ın fotoğrafçısı ölümsüzleştirmek için bir o yana bir bu yana koşuşturup hiçbir eksik kare bırakmamak için çırpınıp duruyordu.
             Amaca ulaşılmış, asker büyük bir moral kazanmıştı.
             Gerginlik gün geçtikçe azalmaya başlayınca artık normal düzene geçiş sürecine girilmişti. Aylardır arazide olan askeri, moralli, canlı ve dinamik tutabilmek için sefer halinde yapılması gereken  eğitim, spor, araç gereç bakımı, çevre temizliği gibi günlük rutin programın uygulaması başlamıştı. Her gün bölüğü alıp değişik bir alana götürüp günlük rutin eğitimleri yaptırıyorduk. Öğlen arasında karargahın olduğu bölgeye gelip yemek yiyor, biraz dinlendikten sonra tekrar başka bir alana gidip sabah yaptıklarımızı tekrarlıyorduk.
             Karargah daha geri bir alanda çevreden görülmeyecek kadar çukur bir arazinin içine konuşlandırılmıştı. Ortada kocaman bir mutfak çadırı vardı. Etrafı vatandaşların bağışlarından oluşan yiyecek malzemeleriyle kaplıydı. Mevsim gereği başta karpuz, kavun yığınları, çeşitli sebze ve meyve kasaları, soğan çuvalları, akla gelen her türlü yiyecek malzemeleriyle dolup taşıyordu. Bu merkezin çevresinde ise değişik noktalara serpiştirilmiş komutan çadırları, revir, çamaşırhane, seyyar hamam ve asker koğuşlarını oluşturan çadır yatakhaneler vardı.
             Tanklar, toplar ve diğer araç gereç değişik alanlara yerleştirilmiş, çevreden ve havadan görünmeyecek bir biçimde kamufle edilmişti.
             Kimi üst rütbeliler yerin altındaki çadırlarını istedikleri şekilde dekore edip, savaşın stresli ortamını daha yaşanabilir bir hale getirmişlerdi.
             Güzel bir sonbahar günüydü, güneş kavurucu özelliğini yitirmiş, yapraklar yavaş yavaş sararmaya yüz tutmuştu. Aylardır arazide sefer durumunda olan asker de savaş ortamının olumsuz koşullarından etkilenmişti. Onları diri ve canlı tutmak için elimizden geleni yapma çabası içindeydik. Her zamanki gibi bölüğü almış bir düzlüğe götürmüştüm. Çavuşlara gerekli talimatları vermiş, eğitim yapmaları talimatını vermiştim. Ben de bir ağacın gölgesine oturmuş, yanıma aldığım kitabı okumaya başlamıştım. Bir süre sonra askerlerden biri gelip, “Komutanım uzaktan bir araç bize doğru geliyor.” haberini verdi. Hemen kalkıp durumu anlamaya çalıştım. Gerçekten de çok uzaklardan bir araç arkasında çok uzun bir toz bulutu bırakarak geliyordu. Bunun askeri bir araç mı yoksa sivil bir araç mı olduğunu anlamamız mümkün değildi. Komutanlardan birinin bizi teftişe gelmesi de olabilirdi, kötü amaçlı bir araç da olabilirdi.
            Temkinli bir vaziyette aracın yaklaşmasını bekledik. Biraz yakınımıza geldikten sonra bunun sivil bir araç olduğunu fark ettik. Ancak, bulunduğumuz alan askeri bir arazi idi, buraya sivil araçların girmesi yasaktı, bu durum daha da tedirgin olmamıza neden oldu. Bizim yanımıza mı geliyor, yaksa yanımızdan geçip daha ileri noktalara mı gidecek bilmiyorduk. Bunun bir düşman aracı olabileceği ihtimalini de düşünerek, bize zarar verme gibi bir girişimleri olması halinde ne yapmaları konusunda askerlere gerekli talimatları verdim.
             Araç bize iyice yaklaştı, artık görebiliyorduk, bu bir taksiydi, hem de İstanbul plakalı. İstanbul plakalı bir taksinin savaş alanı olan yasak bölgede ne işi olabilirdi ki, tedirgin olmuştuk. Askerlerle ilgili bir durum olabilir ya da içinden bir Komutan çıkabilir diyerek soğuk kanlılığımızı koruyarak taksinin yanımıza kadar sokulmasını bekledik. Nefeslerimizi tutmuştuk, askerlerimizin bazıları tir tir titriyorlardı. Sakin olmalarını istedim. Taksinin çok fazla sokulmamasını işaret ettik, dediğimizi yaptı ve biraz geride durdu. Kapı açıldı, içinden manken gibi, şık giyimli, güzel mi güzel bir bayan indi. Gözlerimize inanamadık, şaşkındık savaş alanında bu da ne demek oluyor, bir anda kavrayamadık. Yanlış mı görüyorum acaba diyerek gözlerimi ovuşturdum, Allah Allah bu o, evet, evet bu benim Ankara’daki sevgilim Nuran.
              Şok yaşıyorum, askerler de şaşkın, kim bu bayan, burada işi ne, askeri yasak bölgeye nasıl girebildi, kim izin verdi. Her yerde nöbetçiler var, hepsinden nasıl izin aldı? Yerimizi nasıl buldu? Bitmez tükenmez sorular… Sorular…
              Bana doğru koştu, ben de duyarsız kalamazdım, hasretle sarıldık, askerler iyice şaşırmışlardı. Sanki rüya görüyorlardı, rüya da bile böylesi az görülür. Panikle sordum, hayrola ne oldu, önemli bir durum mu var, diye.
Ankara'da Van Gecesi'nde birlikte
             Kısaca anlattı; “İstanbul’da işim vardı, buraya kadar gelmişken sana da bir uğrayayım istedim, yanıma yeğenimi aldım, bir taksi kiralayarak buraya kadar geldik.”
             Nuran, dönemin Başbakan’ı Sayın Ferit Melen’in sekreteriydi, Özel Kalem’de çalışıyordu. Onun sınırlar aşmasına, askeri yasak bölgeye elini kolunu sallayarak girmesine bu görevinin olanak sağladığı belli.
             Dağın başında, askerlerin gözü önünde oynanan bu dramatik oyunun stresinden içine girmiş olduğum şokun etkisinden bir türlü kurtulamıyor, ne yapacağıma, nasıl hareket edeceğime karar veremiyordum.
             İmdadıma  çavuşlarımdan biri yetişti, komutanım siz misafirinizi alıp karargaha götürünüz, ben bölüğe eğitim yaptırırım, diyerek bana bir çıkış yolu gösterdi. Öyle yaptık, görevi Çavuş’a devrettim, taksiye binerek Karargahın olduğu alana geldik. Tabur Komutanı, Bölük Komutanı ve diğer subaylar, bir benzerine rastlanmayan bu ilginç tabloyu şaşkınlıkla izliyor, geleneksel Türk misafirperverliğine leke düşürmemek için ellerinden gelen hassasiyeti göstermeye çalışıyorlardı.
             Nuran’ı ve beraberindekileri Tabur’un mutfak çadırında ağırlamak için görevli askerler bir masa hazırladılar, oturduk, konuklarımızın önüne karpuzlar, kavunlar, üzümler, çaylar, kahveler getirerek konukseverliklerini göstermek için ellerinden gelen çabayı gösterdiler.
             Vakit epeyce ilerlemişti, konuşulacak konuların biteceği yoktu, artık vedalaşmak zamanıydı. Hasretle sarılıp Nuran’ı taksiye bindirdim. Hüzünlü bir biçimde el sallayarak uğurladım.
             Yaşanan bu olay, subay, astsubay ve asker camiasında büyük yankı yaratmıştı. Gerek Nuran’ın çarpıcı güzelliği, gerekse hiçbir kadının kolay kolay beceremeyeceği, dağı taşı aşıp, bütün yasakları delerek sevgilisini görmek uğruna böylesine bir yürekliliği sergilemesi bana prestij kazandırmıştı.
             Yunan sınırını korumakla görevli Malkara Tank Taburu, benzerine pek rastlanmayan yürekli cesur ve güzel bu konuğunu bütün içtenliğiyle ağırlamaya çalıştı.
             Nuran farkında mıydı, değil miydi bilmiyoruz ama, bir gerçeği gözler önüne sermişti ki bu çok önemli. Fedakar ve cefakar Türk Kadını tarihin her döneminde, zor zamanlarda erkeğinin arkasında, yanında olmayı, tüm varlığıyla ölüm kalım mücadelesinde var gücünü bu mücadele için kullanmayı becermiş, bunun çeşitli örneklerini tarihin sayfalarına, hiç silinmeyecek bir biçimde kazımayı başarmıştır. Bu yüzden Nuran Fırat’ın bu yürekliliğini saygıyla selamlıyoruz…

KENAN MÜMTAZ AKIŞIK ARAMIZDAN AYRILDI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

Kenan Mümtaz Akışık
KENAN MÜMTAZ AKIŞIK ARAMIZDAN AYRILDI...
 İlhami NALBANTOĞLU,
Kenan  Mümtaz Akışık, 1925 Yılında Ahlat’ta doğdu, ilkokulu Ahlat’ta, ortaokulu Tarsus’ta, liseyi ise Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nde tamamladı. Ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. İlk olarak Adalet Bakanlığı’nda göreve başladı. Erciş Savcısı iken görevinden istifa ederek ayrıldıktan sonra Avukat olarak çalışmaya başladı.
            Kenan Mümtaz Akışık, 13 yıl süre ile Bitlis’te Avukatlık yaptı. Bu dönemde politika ile ilgilenmeye başladı. 1969 Yılında Bitlis Milletvekili olarak Parlamentoya girdi. Politik yaşama veda ettikten sonra 1990 Yılına kadar Ankara’da Avukatlık mesleğini sürdürdü.

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI TEŞEKKÜR ETTİ


           Kenan Mümtaz Akışık, şiir ve edebiyatla ilgilendi ve 10 adet şiir kitabı, 2 adet araştırma ve inceleme kitabı yayımladı. Eserlerinin büyük bir bölümünde Ahlat konusunu dile getiriyordu. Büyük bir Ahlat sevdalısıydı. 10.000 civarında kitabını 2016 Yılında Ankara’da açılan “Kitap Fuarı”nda yer alan “Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı”nın Standında ücretsiz olarak öğrencilere dağıtılmasını sağladı. Bu yaklaşımından dolayı “Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı” tarafından ödüllendirildi.
Ahlat Kültür Sanat Ve Çevre Vakfı Tarafından
Kenan Mümtaz Akışık'a Sunulan Teşekkür Plaketi
         Kenan Mümtaz Akışık, Ahlat’ın önemli ailelerinden Sayın Ailesi’nin kızları Aysel Hanım ile evliydi ve bu evlilikten üç çocuğu vardı. Kenan Mümtaz Akışık, Ahlat’ın yetiştirdiği Dervişoğlu Kavalcı Recep, Ahmet Turan Kazgöl, Gevher Aladağ gibi önemli şairlerden biriydi. Şiirlerinde diğerlerine nazaran daha modern bir şiir yaklaşımı hakimdi.
2017 Yılının Ağustos Ayında Ankara’da yaşama gözlerini yumdu. Ahlat konulu önemli  şiirlerinden biri aşağıda yer almaktadır.
AHLAT’A GİDİN KUŞLAR
           Yüklenin ilk yazları
            El ele kuşlar
            Gözünüz kanadınız yağmur
            Gidin göreceksiniz
            Gönlüm oralardadır.
            Ya duvar dibinde
            Çimen menekşe kıyı
            Söğütlerin gölgesinde
            Ya toprağa dökülen bir ses
            Guguk Kuşudur
            İzbelerde yankılanır
            Ya bir ağaç soğuk almış yamaçta
            Ruhtur ya da dopdolu boşluk
            Kollaya kollaya Güneş’i Ay’ı
            Babamı arar
            Hele çeşmem, her hali vefa
            Tutkuların yüz görümü
            Öyküsü destan
            Öyle dost, öyle güvenli
            Geçmişte koyun koyuna
            Sevgi akar oluğundan
            Yüzyıllar yuvalanır taşlarında
            Anılar sebil
            Sevda da benim gibidir
            Gidin kuşlar seveceksiniz

27 Ağustos 2017 Pazar

"AN ♥ KA ♥ RA" AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU,

Şanlı Türk Bayraklarıyla  Donatılmış Anıtkabir'den Bir Görünüm

AN  KA RA



Ankara, bir  Dahi’nin bozkırdan yarattığı, modern, çağdaş, uygar bir Dünya kenti. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti. İstanbul gibi Dünya’nın en güzel kentinden sonra Türkiye’nin  ikinci büyük  eğitim, kültür, sanat ve sanayi kenti. Aynı zamanda Dünyanın pek çok ülkesinin başkentleriyle “kardeş kent” olan bir şehir.
Ankara,  Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Başkent Üniversitesi gibi bünyesinde barındırdığı dünyanın en önemli eğitim kurumlarının olduğu bir bilim kenti. Dünyanın en ünlü sağlık kurumları ile Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar pek çok ülkeye  hizmet veren bir sağlık kenti.
Savunma Sanayi ile Ülke’nin gereksinimi olan  güvenlik araç ve teçhizatı üreterek  dışa olan bağımlılığını asgariye indiren bir sanayi kenti Ankara.
Türkiye Cumhuriyetinin Başkenti Ankara, Orta Anadolu’nun merkezi bir noktasında kurulmuştur. Bu merkezi konumu itibariyle tarih boyunca özellikle Selçuklular ve Osmanlılar devrinde, Ankara keçilerinin tüylerinden yapılan sof kumaşlarının yurt dışına satılması Ankara’yı kervansarayların güzergahı ve bir ticaret merkezi haline getirmiştir.
Ankara, Birinci Dünya Savaşı sonrası Atatürk liderliğindeki ulusal direnişte belirgin bir konum üstlenmiş ve Ulusal Kurtuluş Savaşı ile Türk yurdunun yabancı işgalinden kurtarılmasıyla 13 Ekim 1923′de yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti ilan edilmiştir.
Ankara’nın en belirgin noktasında yer alan yapı, Ulu Önder Atatürk için yaptırılan ihtişamlı Anıtkabir’dir. 1953 yılında tamamlanan bu antik ve modern mimari  yapı Türk mimarisinin gücünü ve zarafetini kanıtlamaktadır.
Şehrin en eski bölümleri tarihi Kaleyi çevrelemektedir. Duvarlar içinde 12. yüzyıla ait Alaaddin Cami her ne kadar Osmanlılar tarafından elden geçirilmişse de hala Selçuklu ahşap işçiliği ve sanatının güzel örneklerini sergiler. Pek çok sayıda ilginç eski Türk evi restore edilmiş ve sanat galerileri ya da geleneksel Türk mutfağından örneklerin sergilendiği lokantalar olarak yeniden hayat bulmuştur.
Hisar Kapısı’nın yakınlarında güzel bir şekilde restore edilmiş olan Bedestendeki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde Paleolitik, Neolitik dönemlere ve Hatti, Hitit, Frigya, Urartu ve Roma Uygarlıklarına ait paha biçilmez eserler yer almaktadır.
Kalenin dışında 13. yüzyıldan kalma Arslanhane Cami ve 14. yüzyıla ait Ahi Elvan Cami görünmeye değer eserlerdendir.
Kale yakınlarında, bir Roma Tiyatrosu ve aynı bölgede 15. yüzyıldan kalma Hacı Bayram Cami ve türbesi yer almaktadır.
Selçuklu tahta kapı oymacılığının şaheserlerinin ve diğer günlük kullanım araçlarının sergilendiği Etnografya Müzesinin hemen yanında yer alan Resim ve Heykel Müzesi Türk güzel sanatlarından kesitler içerir.
Ankara’daki en büyük camii olan Kocatepe cami 1976 ile 1987 arasında Osmanlı mimarisine uygun olarak inşa edilmiştir.
Ankara, seçkin bale, tiyatro, opera ve halk dansları düzenlemeleri ile hareketli bir sanatsal ve kültürel yaşama sahne olmaktadır. Şehir, özellikle dinleyici sayısı hiç düşmeyen Flarmoni Orkestrası ile ünlüdür.
ANITMEZAR
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, inkılâpların yaratıcısı, kahraman asker, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ebedî istirahatgâhının bulunduğu Anıtkabir, Rasattepe’de inşa edilmiştir.
Mimarları Prof. Emin Onat ve Doç. Orhan Arda’dır. 1944 yılında yapımına başlanan anıt, 1953′te tamamlanmıştır. Aynı yıl Ata, Etnografya Müzesindeki geçici kabrinden büyük bir törenle buraya nakledilmiştir.
Anıtkabir kompleksi içindeki üniteler; İstiklâl Kulesi, Hürriyet Kulesi, Aslanlı Yol, Müdafaa-i Hukuk Kulesi, Mehmetçik Kulesi, Zafer Kulesi, Barış Kulesi, 23 Nisan Kulesi, Misak-ı Milli Kulesi, İnkılâp Kulesi, Zafer Kabartmaları, Mozole ve Şeref Holüdür.

"EKMEĞİNİ DİŞLERİYLE KAZANIYOR..." AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI: Gazeteci, Araştırmacı - Yazar, İlhami NALBANTOĞLU

Ruhi AYHAN Çalışma Tezgahının Başında

EKMEĞİNİ DİŞLERİYLE KAZANIYOR...

Sakarya Caddesi Ankara’nın en renkli alanlarından biridir. Burada her cinsten, her renkten, her meslekten, her yaştan insanla ve olayla her an karşılaşmak mümkündür.

Zaman zaman çeşitli sosyal etkinlikler, eğlenceler, protestolar, gösteriler burada yapılır, sevinçler burada paylaşılır, üzüntüler burada unutulmaya çalışılır.

Bu çok renkliliğin bir bölümünde de burada ekmeğini kazanan engelli vatandaşlarımız vardır. Sosyal boyutu olan yerel yönetimler bu vatandaşlarımıza ayrıcalık tanır ki bu da güzel bir davranış olarak takdir toplar.

Bu caddenin renkli simalarından biri de yukarıda resmini gördüğünüz “Tespih Satıcısı”dır.

Kimi zaman müşterilerinin tespihlerinin ipini takmak da bunun görevleri arasındadır. Peki bu görevini tek eli ile nasıl yapar acaba?

Evet, tek eli ve dişleriyle tespih tanelerini birer birer 33’lük ya da 99’luk olacak şekilde ipe takıp üstüne de tespihin imamesini geçirip düğümler ve müşterisinin eline verir. Emeğinin karşılığıyla da geçimini sağlar. Kimseye minnet etmez…

Kimi sağlam kişilerin dilendiği, kimi sapasağlam kişilerin masum insanları dolandırmak için çeşitli taklaların attığı, kimi insan bozuntularının göz göre göre başkalarının emeğini, göz nurunu, alın terini çaldığı bir ortamda bu insanımızın ekmeğini dişiyle kazanmasının önemi ne kadar da ön plana çıkıyor, ne kadar değerli bir şekil alıyor görüyor musunuz?

Toplum olarak bu ve benzeri insanlarımızı desteklemeli, yüreklendirmeli, cesaretlendirmeliyiz ki diğerlerine örnek teşkil edebilsin. İhtiyacımız olmasa da hiç olmazsa onları umutsuzluğa düşürmemek için bazı gereksinimlerimizi onlardan sağlamak suretiyle, onları topluma kazandırabilir, sağlıklı, sosyal boyutu olan bir toplum yaratılmasına destek ve bir yaraya merhem olabiliriz…

Bu bir sosyal sorumluluktur, unutmayalım.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Ahlat Gazetesi "AHLAT’IN TARİHİ ÖNEMİ VE GÜNÜMÜZDEKİ YERİ" Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı

AHLAT’IN TARİHİ ÖNEMİ VE GÜNÜMÜZDEKİ YERİ
Ahlat (AKSAV) Kültür Sanat ve Çevre Vakfı
Tarihin her döneminde çeşitli medeniyetlerin yaşanmış olduğu Ahlat, bünyesinde bu medeniyetlerin izlerini taşımaktadır. Tarih süzgecinden geçirdiğimizde karşılaştığımız değerleri şöyle sıralayabiliriz.
1. Askeri ve Stratejik  Açıdan Ahlat., 2. Türklerin Anadolu’yu Yurt Edinmelerinde Ahlat’ın Rolü., 3. İslamiyet’in Anadolu ve Asya’ya Yayılmasında Ahlat’ın Rolü., 4. Tarih ve Turizmin İç İçe Olduğu Ahlat’ın Günümüzdeki Yeri.
            1. ASKERİ VE STRATEJİK AÇIDAN AHLAT
            Van Gölü çevresinde siyah bir kaşı andırırcasına durması Ahlat’a bir çekicilik vermektedir. Bu sebeple tarih süreci içerisinde büyüklü küçüklü bütün devletler bu dilbere sahip olma arzusu içinde olmuşlardır. Güçlü olan almış, zayıf olan alma hayali ile yanıp tutuşmuştur. Ahlat’ın coğrafi konumu stratejik açıdan da çok önemli olduğundan  Ahlat’a hakim olan bölgeye de hakim olmuştur. Dolayısıyla Ahlat pek çok defalar el değiştirmiş ve bu el değiştirmeler şehrin mimari yapısına umulandan çok zarar vermiştir. Bu yüzden çok eski dönemlerden kalan eserlerin sadece izleri ile yetinmekteyiz.
            2. TÜRKLERİN ANADOLU’YU YURT EDİNMELERİNDE AHLAT’IN ROLÜ
            Orta Asya’dan Batı’ya  doğru yönelen Türklerin ilk uğrak yerlerinden birisidir Ahlat. Anadolu torakları üzerinde ilk fethedilen yer olması Ahlat’ın karizmasının temelini teşkil etmektedir. Oğuz akıncıları öylesine benimsemişlerdir ki bir dönem “Oğuz Taifesi Şehri” olarak adlandırılmıştır. Ahlat’ta başlayan bu hareket gün gelmiş Viyana kapılarına dayanmıştır. Bu muhteşem büyümenin ilk ayağının Ahlat olması buranın önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Bu büyük serüven içinde bir yer var ki ona değinmeden geçilemez. Bu dünya tarihinin seyrini değiştiren 1071 Malazgirt Zaferi’dir. Ahlat’ta karargahını kuran Alparslan buradan  başlattığı hareketle uzun yıllar hüküm süren büyük bir imparatorluğun hayatiyetine son vererek tarihin akışını değiştirip, bir çağın kapanmasını ve yeni bir çağın başlamasını ilan etmiştir. Alparslan’a bu askeri alt yapıyı Ahlat sunmuştur. Ahlat’tan başlayıp Malazgirt’te çağı değiştiren bu muhteşem güç, Asya kıtasının coğrafi uzantısı olan İstanbul kapılarına dayanmıştır.
            İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, atası Alparslan’dan aldığı ruhla onu Bizans kültürünün elinden alıp bir Osmanlı şehri haline getirmiştir. Bu zaferin ilk basamağı olan Ahlat, bir kültür, sanat ve uygarlık merkezi olarak işlevini devam ettirmiştir. Bu parlak döneminden günümüze pek çok eser kalmıştır. Bu eserlerde köklü ve düzeyli bir sanat terbiyesinin izlerini bulmak mümkündür. Bu özelliği ile de Ahlat bir sanat laboratuarı olarak görenleri hayran bırakmaktadır.
            Büyük İmparatorluk kurulduktan sonra Osmanlı padişahları Ahlat’ı çok sık olmasa da ihmal etmemişlerdir. Bu dönemde ise Ahlat, “Ata Yadigarı Şehir” olarak gönüllerdeki yerini korumuştur.
            3. İSLAMİYET’İN ANADOLU VE ASYA’YA YAYILMASINDA AHLAT’IN ROLÜ
            Anadolu’daki Bizans hakimiyeti giderildikten sonra kitleler halinde İslamlığı kabul etmiş bulunan Saltuklular, Karamanlar, Selçuklular ve diğer Oğuz boyları İslam adına fetihlerde bulunmuşlardır. Ahlat, İslamiyet’in Asya’ya  açılmasının bir hamle yeri, bir ileri üssü  olarak görev üstlenmiştir. İstanbul’u Bizans kültürünün etkisinden kurtarıp İslamlaştıran da Ahlat olmuştur. Zira Ahlat’tan geçen Türk boylarına iliklerine kadar İslam kültürünü burada aşılanmıştır. İslam Ahlat’ta öylesine yücelmiştir ki, Ahlat bu kez de “Kübbe-t-ül İslam” adı ile onurlandırılmıştır. Bu İslamiyet’in en doruk noktada özümsendiği kente “Ruhaniyatlı Şehir” denmesi bundan kaynaklanmaktadır.
            İslamiyet’i dünyaya yaymayı  kendilerine görev telakki etmiş yüce insanlardan Yemen Valisi Maaz Bir Cebel’in oğlu Abdurrahman Gazi’nin mezarı Ahlat’tadır. Kadirbilir Ahlat halkı 1973 yılında kendi olanakları ile Abdurrahman Gazi Türbesini Ahlat’lı ünlü taş ustası Tahsin Kalender’e inşa ettirmiştir. Bu esen Selçuklu dönemi eserlerinden esinlenilerek yapılan son kuşağın eseridir. Bununla geçmişin muhteşem sanat öğretisinin yeni  kuşağa intikalinin de tipik bir örneği gerçekleştirilmiştir.
            4. TARİH VE TURİZMİN İÇ İÇE OLDUĞU AHLAT’IN GÜNÜMÜZDEKİ YERİ
            Bir misyon kenti olan Ahlat’ın en önemli tarihi zenginlikleri Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden kalanlardır. Bu eserler hem çok hem de yüksek sanat niteliklerine sahip oldukları için Ahlat’a bir “Açık Hava Müzesi” hüviyeti kazandırmaktadır. Bu muhteşem tarihi zenginlik doğa zenginliği ile bütünleşince de ortaya dayanılmaz bir cazibe çıkmaktadır. İşte bu cazibe günümüz değer yargılarına göre kentin refah düzeyini çok kısa bir süre içinde yüksek düzeylere çekme gücünü bünyesinde taşımaktadır.  
            İşte bu gücün çok iyi bir şekilde kullanılması gerekmektedir. Bunun için de kişilerden en üst düzeydeki kurumlara kadar çeşitli görevler düşmektedir. Bu görevleri  yapacak olan kişiler, sivil toplum kuruluşları, idare ve üniversiteler çok sıkı bir şekilde ortak çalışma grupları teşkil edip bin an evvel çalışmaya başlamalıdırlar.
            Bu hususa değinmişken bir sivil toplum örgütü olan Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın Başkanı olarak vakıf çalışmalarımızla ilgili konulara değinmekte yarar olduğu kanısındayız. Bu denli önemli bir fonksiyonu  olan  Ahlat’ın gerek tanıtımı gerekse mevcut eserlerinin korunması gibi temel meselelerinden hareketle Ahlat’ın yetiştirdiği kişiler olarak bazı sorumluluklarımızın olduğunu düşünmekteyiz. Pek çok alternatifin içinde en fazla bir vakıf kurmak suretiyle Ahlat’a gerçek anlamda yararlı olabileceğimiz konusunda görüş birliğine varmış bulunmaktayız. Bunun sonucu olarak 1990 yılında başlatmış olduğumuz çalışmalar 1993 yılında Vakfımızın resmen kurulmuş olmasıyla olumlu bir noktaya gelmiştir.  1990 yılından itibaren  1994 yılına kadar dört yıl üst üste Ahlat’ta birer hafta sürecek şekilde “Kültür Haftaları” düzenledik.  Bu zaman içerisinde 6 adet Ahlat’la ilgili olmak kaydıyla kitap yayınladık. “Ahlat Gazetesi” adıyla  yılda bir kez olmak üzere dört adet gazete yayınladık. Ahlat’ta, Ankara’da ve İstanbul’da olmak üzere,  Ahlat’taki tarihi eserlerden oluşan “Fotoğraf Sergisi” ni sanatseverlerin hizmetine sunduk. Ahlat Belediyesi ile işbirliği yaparak Başbakan, TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanı’na heyetler oluşturarak giderek Ahlat’ın sorunlarının çözümü için girişimlerde bulunduk.
            Ahlat’ın tarihi bir korunmaya alınabilmesi için Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO’ya başvuruda bulunarak Ahlat’ın tarihi zenginliğinin teminat altına alınması için girişimlerde bulunduk. Ahlat’ın Türk dünyasının ilk başkentlerinden birisi olması nedeniyle son Başkentimiz olan Ankara’daki bir caddeye “Ahlat” adı verilmesi için Ankara Büyükşehir Belediyesi ile görüşmeleri başlattık.
            Ankara’daki cadde başlarına Ahlat  mezar taşlarının birer kopyalarının konulması için Ankara Büyükşehir Belediyesi ile ortak bir çalışmanın yürütülmesi için girişimlerde bulunduk.
            Özel sektörün bölgemizin kalkındırılması için başlattığı “Doğu Holding Projesi”ne katılmak için ilgili kuruluşlarla gerekli girişimlerde bulunduk. Ahlat’taki Selçuklu ve Osmanlı eserlerinden oluşan bir “Fotoğraf Sergisi”ni 15 Nisan 1996 tarihinde Berlin’de, Berlin Türk Cemaati işbirliğiyle açtık. Aynı serginin Tiflis, Bakü ve Almaata’da açılması için çalışmalarımız devam etmektedir. Berlin sergisinin hemen ardından sergi izlenimlerini kapsayan “Ahlat Gazetesi”nin 5. sayısının çıkarılmasını gerçekleştirdik.
            SONUÇ
            Böylesine önemli bir geçmişe sahip olan Ahlat için yapılması gereken işlemleri şöyle sıralayabiliriz: 1. Kültürel konularda halkın bilinçlendirilmesi için yerel yönetimler tarafından çeşitli çalışmaların yapılması gerekmektedir., 2. Halkın dernek, vakıf, birlik, oda gibi sivil toplum kuruluşları kurarak, gerek sorunlara gerekse kültürel konulara doğrudan katkıda bulunması sağlanmalıdır., 3. Üniversite’nin bölgenin her türlü sorunlarına daha fazla önem vererek katkıda bulunması sağlanmalıdır., 4.Siyasal kuruluşların ortam çözümler üzerinde uzlaşma yoluna gitmeleri gerekmektedir.
            AHLAT’IN ÖZEL SORUNLARI
            1. Kent merkezinden geçmesi planlanan demiryolunun güzergahının kentin kültürel doksunun bozulmayacağı bir güzergahtan geçirilmesi hususunun yeniden ele alınarak bir çözüme kavuşturulması., 2. Üniversite ile ilgili ilişkilerin geliştirilmesi için Ahlat’ta bir fakültenin açılmasının behemahal sağlanması., 3. Ahlat kentinin şehirleşme ile ilgini aşağı-yukarı sorununun bir çözüme kavuşturulması., 4. Kantin tarihi dokusunun gelecek kuşaklara iletilmesi için  her türlü koruma önleminin alınması., 5. Kentin tarihi ve kültürel öneminin ilgili ulusal ve sarımsak kuruluşlara iletilmesi için gerekli işlemlerin başlatılması.

8 Ağustos 2017 Salı

"CEMİL ÖZGÜR ZARAFETİ…" Bitlis’in yetiştirdiği onur abidesi Sayın Cemil ÖZGÜR

 CEMİL ÖZGÜR ZARAFETİ…
Bitlis'in Yetiştirdiği Değerli İnsan Cemil ÖZGÜR
AHLAT (AKSAV) KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI
Her kim ki “Hiçbir fedakârlıktan kaçınmamak” deyiminin ne demek olduğunu merak ediyor ve bir örneğinin görmek istiyorsa Sayın Cemil ÖZGÜR’ün Bitlis’te yaptırdığı Endüstri Meslek Lisesi’nin “AçılışTöreni”ni görmelidir. Göremese bile görenlerden dinlemelidir. Her kim ki Türkiye’nin herhangi bir yerinde, en gelişmiş merkezlerinde bile Bitlis Cemil ÖZGÜR Endüstri Meslek Lisesi’nin açılış törenlerinden daha görkemli bir tören yapıldığını iddia ediyorsa kuşkuyla karşılanmalıdır. Sakın ola ki bu satırları okuyanlar anlamsız bir abartıdan söz ediyor olduğumuzu düşünmesinler. Meramımız yiğidin hakkını teslim etmekten öteye geçemez. Olayın detaylarına indiğimizde sizlerin de hak vereceğinizden en ufak bir kuşku duymamaktayız.
Sizlere soruyorum eğer gördüyseniz lütfen söyleyiniz. Bir açılış töreni için Ankara’dan Türkiye’nin en iyi televizyon ve radyo sanatçılarından olan ünlü Mehpare Çelik’in özel olarak  ta Bitlis’e kadar getirtildiğini gören var mı? Başka detaylara girmemize gerek var mı? Yani Bitlis’te o töreni sunacak insan mı yok diyecek olursanız büyük bir yanılgıya düşmüş olacaksınız. Elbette vardır, ancak mesele töreni sunmak değildir, mesele konuya verilen önemi, duyulan saygıyı göstermektir.
            Bitlis’in yetiştirdiği onur abidesi Sayın Cemil ÖZGÜR, 2007 yılı 8 Ağustos tarihinde  temeli atılan Endüstri Meslek Lisesi’nin 2009 yılı 8 Ağustos tarihine yetişmesi için büyük gayret gösterdi. Açılışa bir ay kala  acaba yetişir mi, yetişmez mi diye bizzat inşaatın başına giderek 3 hafta  Bitlis’te kalmak suretiyle yetişmesi için geceli gündüzlü çaba harcadı. Bir hafta sonra Ankara’ya döndü, geri kalan tüm hazırlıkları Ankara’dan tamamladıktan sonra açılışa bir hafta kala yeniden Bitlis’e döndü. Bu kez yanında muhterem eşleri Muzaffer Hanımla birlikte. Muzaffer Hanım ayaklarındaki ağrılara rağmen bir hafta gibi bir süre Bitlis’te kalması konuya verilen önemin bir göstergesi değil midir? Daha sonra oğulları, torunları topluca Bitlis’e geldiler
Mehpare Çelik,  açılış töreni sırasında Sayın Cemil ÖZGÜR’ün özgeçmişini okurken bir hususu atladı, o ortamda bu uyarıyı yapmak mümkün olmadığı için biz o eksikliği burada tamamlamayı bir görev saymaktayız. Sayın ÖZGÜR, Sayın Ahmet EREN ile birlikte  2006 Yılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Üstün Hizmet Ödülü’ne layık görülmüşlerdi. Bu hususun oradan Bitlis’li hemşehrilerimize duyurulması iyi olurdu diye düşünüyoruz…
Bitlis Endüstri Meslek Lisesi’ni Sayın Cemil ÖZGÜR tamamen kendi olanakları ile gerçekleştirdi. Ancak Okulun adının başına BETAV ibaresini koydurmuştu. BETAV, Sayın ÖZGÜR’ün 20 yıla yakın başkanlığını yaptığı  ve son olarak ta Onur Başkanlığını yürüttüğü bir Sivil Toplum Kuruluşu yanı bir Vakıftır. Bu Vakfın Endüstri Meslek Lisesi’nin yapımına hiçbir katkısı olmamıştır, buna karşın neden okulun adının başına konulduğunu soracak olursanız işte bu  Sayın Cemil ÖZGÜR zarafeti’nin bir başka göstergesidir. Kendisi bu hususu şöyle izah etmektedir. “BETAV olmasaydı ne ben gelip bu okulu yapabilirdim ne de Sayın Ahmet EREN beyefendi Bitlis Eren Üniversitesi’nin yapılmasını sağlayabilirdi. İşte onun için BETAV adının  yaşaması için oraya yazdırdım.”
Bitlis Şehir Stadı’nın türbinlerinden daha büyük bir türbin kurulmuştu davetliler için, ilk kez kullanılan protokol koltukları, ilk kez kullanılan kırmızı halılar, konuşma kürsüsü ve konuklara verilecek sandviçlerin içindeki kaşarların bile bizzat Sayın ÖZGÜR tarafından denetlendiği ikramlar, içecekler, Cumhurbaşkanını bizzat hava alanına giderek karşılama girişimleri Sayın ÖZGÜR’ün diğer zarafetinden bazıları. Tüm bunlar geleneksel Bitlis konukseverliğinin uzantıları. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkanı Bitlis’i ziyaret ediyor, her şey çok mükemmel olmalı ve oldu da hayal edilebilecekten, düşünülebilecekten de daha mükemmel oldu, Bitlis’e yakışır bir biçimde oldu.
Her şeyin çok mükemmel geçmesinin sarhoşluğu ile ertesi günü yerel ve ulusal basında bizim yere göğe konduramadığımız bu olay ile ilgili olarak neler çıktı diye basını tararken, yaşadığımız mutlulun iki misli kadar derin bir hayal kırıklığı ile yüz yüze geldik. Ülkenin bu denli önemli bir dönemecinde bu tür faaliyetlerin en azından vatandaşa moral aşılaması açısından verilmesi gerekirken ulusal bir büyük gazetemiz yaşlı ve  eski bir  zenginin uçkur maceralarını birinci sayfasından manşet olarak sunuyordu. Derin bir hüzün kaplamıştı içimizi…
Bir yanda ülkenin sorunlarını, sıkıntılarını gidermeye çalışan hayırsever insanların göstermiş oldukları fedakarlıklar öte yanda bu olanlardan habersiz, ilgisiz ve duyarsız ulusal basın, demek ki ülkenin bir senkronize sorunu da mevcuttur. Ulusal basın bu tür hassas konular yerine magazin olaylarını daha ticari karşılıyor olmalı…
Sayın ÖZGÜR, eşiyle, çocuklarıyla, torunlarıyla Bitlis’in geleceği için bir altın sayfa açıp yeni kuşağa armağan etti. Yeni kuşağa düşen görev ise bu yolda yapılması gereken her şeyi yapıp, aydın, uygar, çağdaş, zengin bir Bitlis’in yeniden yaratılmasını sağlamak olmalıdır..
Sonsuz teşekkürler…

"ARTIK BEN DE AHLAT’LIYIM…", Hüsnü SOYDAN

ARTIK BEN DE AHLAT’LIYIM…
Hüsnü SOYDAN
Emekli Albay İlhami Beyle tanışmamı bir arkadaşım sağladı, ona ne kadar teşekkür etsem azdır. Birkaç kısa yazışma ve iki kez yüz yüze görüşmeden sonra kendisine olan sevgim ve saygım o kadar arttı ki benden genç görünmesine karşın yaşı, bilgisi, becerisi ve ortaya koyduğu ürünleri ile ‘ağabeyim’ olmayı çoktan hak etti. Gerek  tanık olduğum çalışmasından  ve gerekse özgeçmişinde öğrendiğim çalışmalarından ötürü İlhami ağabeyi kutluyorum. Umuyorum ki her ilçemizin ve beldemizin, kendilerine gönülden sahip çıkan İlhami’leri olsun
Kendisine Ahlat’la ilgili anımı anlattıktan sonra ‘Komutanım; bu anınızı bize yazın da gazetemizde yayınlayalım’ dediğinde hem sevindim hem de öyle gururlandım ki benim yöremin deyişi ile koltuklarım kabardı. Hele de o anımın Ahlat Gazetesi’nin 100 üncü sayısında çıkması bana ikinci bir kimlik kartı yani nüfus cüzdanı oldu. Sanki Ahlat’lı olduğum onaylandı. Çünkü sayın hemşerilerim ben Gazete’nin 100 üncü sayısını sadece gazete olarak değil oğuldan oğula devredilecek bir ansiklopedi olarak görüyorum. Bence bu ansiklopediden sadece Ahlat’lılar değil bütün Bitlis’liler bir tane edinip kitaplıklarında ata yadigarı gibi saklamalılar.
Bitlis’in ve Ahlat’ın tarihi ve coğrafi özelliklerini azda olsa biliyordum, ama o ilimizin çıkardığı değerli insanları, o ilimize emek ve gönül vermiş Bitlis sevdalılarını ben 100 üncü sayıdan öğrendim. Ve öğrendim ki yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK bu bölgede sadece komutanlık yapmamış, Anadolu’yu incelemiş, Anadolulu ile yoğrulmuş, daha sonra kurmayı tasarladığı Cumhuriyet’in temellerini burada şekillendirmiş. İşte bunları bize sunan 100 üncü sayının; başta İlhami ağabey olmak üzere bütün emekçilerine teşekkür ediyorum. Tabiî ki 100 üncü sayıya yazıları ile katkıda bulunan kişilere de teşekkür ediyorum. Hepsinin ismini saymama sayfam yetmez ve ismini belirtemediklerime haksızlık etmiş olurum ama Sayın Kamran İNAN’ ı anmazsam Devlet Adamlığı kavramına nankörlük etmiş olurum. Yaşayan Devlet Adamlarını sayalım desek beş kişi çıkar mı acaba? Zaten sayı bu kadar az olduğu içindir ki ülkemizin durumu ortada!
Gazeteye bundan sonra da yazabileceğim İlhami ağabey tarafından rica edildi. Seve seve ve onurla kabul ettim. Bundan sonraki yazımda affınıza sığınarak ve sabrınızı da zorlamadan kendi özgeçmişimden söz edeceğim. Yazılarımda yöremden, bağlı olduğum inanç kültüründen ve bağlı olduğum meslekten söz edebilir ve örnekler verebilirim. Yazacaklarım kendi kişiliğimi bağlar ve sadece kendi adımadır. Beğenilenlerden kendim için pay çıkarmam ama beğenilmeyenlerin ve eleştirilenlerin bana ait olduğunu şimdiden kabullendiğimi söylemek isterim.
Güzel günlerde görüşmek üzere!

3 Ağustos 2017 Perşembe

"ABDULLAH NALBANT USTA" - Esma Tuğçe TÖZMAN

ABDULLAH NALBANT USTA
                        Esma Tuğçe TÖZMAN
Abdullah Nalbant Usta
İçimde ne zaman hayata dair belli belirsiz yeni bir şeyler hissetsem, insana dair duygulardan sevinmek, üzülmek, şaşırmak, korkmak, merak etmek, istemek ya da vazgeçmek, ümit ya da ümitsizlik gibi duygulardan biri olanca gücüyle ruhumu kaplasa, aklıma, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin bir şiiri gelir. Her dizesinde, bir anlam, bana ışık tutacak bir şey bulurum. Aynı şekilde, bu şiirde ifade edilen   “olanlar” ve “olması gerekenleri” düşündükçe de, tanıdığım insanların siması gelir gözümün önüne. Hâşâ, Abdullah Nalbant Usta’yı Mevlana ile kıyaslamak, karşılaştırmak gibi bir niyetim yoktur. Değerli insanların, büyük âlimlerin önünde, saygıyla eğilmek düşer ancak. Bu yazıda okuyacaklarınız da methiye değil,   hayata bakış açımı değiştiren, ufkumu genişleten büyüklerime saygı ve sevgimi iletmek amacıyla yazılmış naçizane satırlardır. 
Mevlana der ki;
“Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım. Zamanla ışıkta yasamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum. Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi… 
Ağladım.
Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatin bitmeye başladığı an olduğunu;
Aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.”
Elbette ki sevdiklerimizi kaybettiğimizde üzülürüz, ama üzülmekten çok, o insanı görmüş, tanımış, sevmiş olduğumuz için şükretmek, mutlu olmak yerine, isyan edip gözyaşlarına sığınmanın, kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülüklerden biri, hatta kendi kendimize yaptığımız hırsızlık olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, ben de kaybettiklerim için isyan edip ağlamak yerine, onları tanıdığım için büyük bir mutluluk duyuyorum.
Dünyadaki her insanın bir öyküsü, mutlaka vardır. Hiçbir canlı sebepsiz yaratılmadığı gibi, hayatımıza giren, her insanın bize kattığı bir şey vardır. Şahsen tanımamış olsam da, okuduğum bir kitap sayesinde, “insanlık” vasfının, pek çok nitelik ve sıfat içermesine rağmen, yalnızca “insan olabilmenin hakkını verenlere” nasip olduğunu öğrendim.
“Zamanı öğrendim. Yarıştım onunla”¦ Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim”
Yaşamak elbette ki sonlu eylemdir, ancak öğrenmek ve öğretmenin sonu var mı? Başka insanların zihninde iz bırakanlar, zamana karşı yenilmeden, öğretmeye devam ederler. Henüz fiilen Ahlat’a hiç gidememiş, memleketimin güzelliklerinden birini görmemiş olsam da, zihnen uzun bir seyahatten dönmüş gibiyim. Bir söz vardır; “çok gezen mi, yoksa çok okuyan mı bilir” diye.
Bulunduğu muhitte bile, her gün geçtiği yollardaki güzellikleri göremeyen bir insan, isterse dünyayı dolaşsın, o körlüğü ve cahilliği, onu gölgesi gibi takip eder. Dökülmüş bir gül yaprağı bile, harflere hiç ihtiyaç duymadan yüzlerce satırlık bir şiir gibi okunabilir mi? Okumak, sadece yan yana gelmiş harfleri anlamlandırıp seslendirmek midir? Evrendeki canlı ve cansız her şeyde, “tek bir varlığı” görebilmemiz için bize sunulanların değerini bilenin, dünyadaki en bilge insan olduğuna inanıyorum.
Kalbimizdeki bahçeye ne kadar çok sevgi tohumu ekersek, kötülüklere o kadar az yer kalır. Ama her ikisi de var, iyiliğin değerini anlayabilmek için, kötülüklerden ders çıkarma becerisi ise, illa ki fakültelerde değil, daha çok hayat okulunda öğreniliyor. İşte bu yüzden;
“İnsanı öğrendim. Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu”¦
Sonra da her insanin içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.”
Mevlana gibi büyük bir âlimle, asırlar boyu nice gönüller fethetmiş böylesine büyük bir zatla kendimi kıyaslamak kadar manasız bir şey göremiyorum. Ben ki şu dünyada değil, koca evrende parçacığın da parçacığıyım, hatta bir “hi甝 im ki, hiçliğimden de memnunum. Yeter ki gurur ve kibir zehrini yutmuş olmaktansa, “hi甝 liği tercih ederim ama;   “AHLAT HALK HEKİMLİĞİNİN EFSANE İSMİ ABDULLAH NALBANT USTA”dan da öğrendiklerimi, paylaşmak, Abdullah Nalbant Usta’ya teşekkür etmek istedim; cür’etimi bağışlayınız. Çünkü;
“Sevmeyi öğrendim. Sonra güvenmeyi”¦. Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.”
Bu kitabın her satırında, iyiliğin, dürüstlüğün, yardımseverliğin, sevilmenin, saygı duyulmanın en büyük zenginlik olduğunu öğrendim. Nasıl ki saçımız, göz rengimiz, ten rengimiz bedenimizin görsel varoluşu ise, mizacımızın da ruhumuzun vesikası olduğu kanısındayım. Hırs yerine azmin insanları başarıdan başarıya götürdüğünü, Abdullah Nalbant Usta’nın özgeçmişini okurken öğrendim.
Kitabın birinci bölümünde, Abdullah Nalbant Usta’nın askerliğiyle ilgili satırları okurken, bir asker torunu olarak, bir Türk evladı olarak, kendisine saygı duydum. Günümüzde askerlikle ilgili pek çok tartışmalar var. Ben; siyasi bir söylem yapacak değilim; ama Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına sahip çıkan, bu yolda da fedakârlıklardan sakınmayacak olan bir Türk Genciyim. Askeri eğitim almadım, ülkemizde kadınlar için askerlik de mecburi değil. Ama bu Vatan için askere çağrılacak olsam, bir saniye bile düşünmeden askere giderim. Abdullah Nalbant Usta’nın hem 1937’de hem de 1942’de iki defa askere gitmesi, üstelik o zamanki koşulların daha zor olması; buna rağmen vatan sevgisinin insana ne kadar güç kuvvet verdiğini gösterdi.
Ne zaman ki Çanakkale’yi düşünsem, önce boğazımda bir düğüm, sonra da omuzlarımda bir kuvvet”¦ Tıpkı üzerimde tüm bedenimi kaplayan, görünmez; kuvvetli bir çelik zırh varmış gibi, korkusuz ve güçlü Türk askeri”¦ Ve
“İnsan tenini öğrendim. Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu”¦ Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.”
Yaşadıklarımız mı bizi şekillendirir, yoksa biz mi mantığımızla yaşadıklarımıza yön veririz? Abdullah Nalbant Usta’nın, yaşadıklarının etkisiyle; kendine, çevresine, Ahlat ahalisine karşı bir sorumluluk yüklenmiş olması, hayata karşı ne kadar kuvvetli bir tavır sergilediğinin gösteriyor. Kendisini şahsen tanımadım elbette ki, bilip bilmeden yorum yapmak saygısızlığını ise kendime yakıştıramam. Ancak bir insan, yaşadıklarından bir anlam çıkarıp, hem kendisini, hem de çevresini aydınlatması, pek çok kişinin derdine deva olması, üstelik hiçbir ücret de talep etmemesi, saygı duyulacak bir davranıştır. Eğitim, sağlık, milli ve manevi değerlerin yaşatılmasını da göz ardı edemeyiz.
“Evreni öğrendim. Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim. Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.”
Pek çok meslekten, nitelikli insanlara saygı duyuyorum. Türk Ordusuna, Türk doktorlarına ve öğretmenlere saygıda kusur etmekten imtina ederim. Ben de; daha yolun başında bir öğretmen olarak, gelecek nesilden ümitliyim. “Ben oldum” dediğimiz anda “bittiğimizi”, hiçbir şey bilmediğimiz halde “biliyormuş gibi” davrandığımızda öğrenme imkânlarımızı elimizin tersiyle ittiğimizi düşünecek olursak, her yeni güne başladığımda ve her gün batımında, etrafıma baktığımda ve gerçekleri görebildiğim her an, öğrenmeye devam ediyorum.
“Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra”¦
Ve bir sure sonra yazı, kendimi öğretti bana”¦”
Öğrenmek demek, kendini tanımak demektir. Kendi değerlerimin, kapasitemin, dünyaya geliş amacımın farkında değilsem, kendime ve çevreme faydalı olamıyorsam, “profesör” etiketine de sahip olsam, gerçekte düpedüz bir cahil olduğumu kabul etmek mecburiyetindeyimdir.
Ama biliyorum ki, evrende öğrenecek çok şey var. Beni ben yapan, yaşadıklarım, gördüklerim ve öğrendiklerim; hatta paylaşabildiklerimdir.
“Ekmeği öğrendim. Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini… Sonra da ekmeği hakça bölüşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.”
Sahip olduğum şeyleri paylaşabildiğim ölçüde insanım; bilgi ise benden çıkıp genç zihinlerde kendine yer bulduğunda anlam kazanır.
“Düşünmeyi öğrendim. Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim”¦ Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.”
Malvarlığıyla övünen insanlar tanıdım, kimseye kötüdür diyemem, belli ki kendileri için değer ölçütü malvarlıkları. Ama insanın en çok sahip olmak istediği şeyler, kaybetmekten en çok üzüntü duyacağı şeydir. Aya baktıktan sonra evladının yüzünden başka bir şey görmeyen göz, geleceğe değer vermiş; eğer yanılmıyorsam, paradan, puldan, unvandan çok daha fazla anlam yüklemiş. Bir insanı, en çok yaşatacak olan şey, fikirleri ve yaptıklarıdır.
İlaçlar ve doktorlar, yarlarımıza merhem olur, derdimize deva bulur. Bedenen hayat kurtarmak ne kadar değerliyse, fikirlerle, eserlerle, öngörülerle insanların ruhlarının, zihinlerinin karanlıktan kurtulmasına yardım etmek, o derece değerlidir. Gençken insan bazı şeyleri fark etmez, tecrübesizdir, bazen düşünmeden hareket eder. Sonra belirli kalıplar öğreniriz. Ama gün gelir, o kalıplar bu güne uymaz, ya da biz o kalıpları güncel fikirlere dönüştürmeyi bilemeyiz. Ne zaman ki hem geçmişe, hem de bugüne ait fikirleri birleştirir, mantık çerçevesi içinde bir senteze ulaşırsak, geleceği hedeflemiş oluruz. Geleceğin anahtarıysa kalıplaşmış fikirlerden kurtulmaktır. Kalıplaşmış fikirlerden kurtulmak içinse, eğitimden destek almak zorundayız. Eğitim deyince, kitaplardan vazgeçebilir miyiz?
Benim için, ekmek, su kadar gerekli bir ihtiyaç, giyecek tüketimimden daha fazla yer kaplıyor hayatımda. Bir de eğitim kurumları için düşünelim. Bitlis Eren Üniversitesi’ne gönderilen kitaplarla, Abdullah Nalbant Usta’nın adının yaşatılması, bu kitabı okurken beni en çok etkileyen bölümlerden biri olmuştur.
Mevlana’nın bütün dizelerini yazmadım, tamamını da yazımın içine yerleştirmek, haddimi aşar. Ancak son olarak şu dizelerden esinlenerek yazıma son veriyorum:
“Her canlının ölümü tadacağını,
Ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.”
Bu dünyada bencilce, sadece kendisi için yaşayanların, hayatı tadamadan veda edeceklerini düşünüyorum. Benim daha hayattan öğreneceğim çok şey var”¦ Yaşarken de hem kendime, hem de çevremdeki insanlara yardım ederek hayatı tatmayı, benden sonraki nesle maddi olmasa bile, bir şeyler bırakabilmeyi ümid ediyorum. Tıpkı Abdullah Nalbant Usta’nın yaşam öyküsünün bende iz bıraktığı gibi”¦
Kendisini şahsen tanımamış olsam da, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı Yayınları’ndan çıkan Sayın İlhami Nalbantoğlu’nun kaleme aldığı “AHLAT HALK HEKİMLİĞİNİN EFSANE İSMİ ABDULLAH NALBANT USTA” adlı kitap sayesinde yazılarla tanımış olduğum için mutluluk duyuyorum.