LÜTFEN DİKKAT: Hiç adrese girmeksizin, GOOGLE veya her hangi bir Arama Motoru'ndan sadece: ( ahlat aksav ) veya (ahlat kültür sanat ve çevre vakfı) yazarak da doğrudan ve sayfa başına çıkan dataya tık'lamak suretiyle siteye erişebilirsiniz.
"Anadolu'nun Kapısı, Türkiye'nin Tapusu Ahlat" İlhami NALBANTOĞLU
31 Ağustos 2017 Perşembe
AHLAT GAZETESİ, SAYI: 202 "Zengin İçerikli, Güçlü ve Kapsamlı Yeni İnternet Sitemiz İle AHLAT'ı Her Dilde EVRENSEL PLÂTFORMLARA Taşıyoruz.
29 Ağustos 2017 Salı
CEPHEDEKİ SEVGİLİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU, Hattat, Gazeteci Yazar,
CEPHEDEKİ SEVGİLİ
Nuran Fırat |
Bin Dokuz Yüz Yetmiş Dört, Kıbrıs Barış
Harekatı sırasında Yunanistan’ın Trakya’dan topraklarımıza saldırı olasılığına
karşı tedbir olarak çok sayıda askeri güç sınıra yönlendirilmişti.
Tekirdağ’ın Malkara İlçesindeki Tank Taburu da aynı nedenle
İpsala Sınır Kapısı çevresinde konuşlandırılmıştı. İlk günler çok heyecanlı
geçiyordu, bölgede karartma uygulanıyordu, geceleri kimse gözünü kırpmıyordu.
Zaman zaman uçak saldırısı alarmı
veriliyordu, ne var ki kimse kurallara uygun davranmıyordu. Herkes elindeki
silahın namlusunu havaya doğrultup, geleceği varsa göreceği de var kabilinden
gelecek olan uçağa karşı tetikte bekliyordu.
Türk askeri geçmiş savaşlarda atalarının
göstermiş olduğu kahramanlık destanlarına bir yenisini eklemek için
kurgulanmıştı adeta.
Günlerce beklememize karşın Yunanistan
böyle bir macerayı göze alıp o cesareti gösteremedi.
Heyecan doruktaydı, ancak karşısında bu cesareti
gösterebilecek bir kimseyi göremeyince gün geçtikçe azalıyordu.
Bir süre sonra ortam sakinleşecek, sınırı
yoğun bir biçimde kaplayan askeri güçler de daha geri sınırlara çekilmeye
başlayacaklardı.
Bizim tank taburu da İpsala Sınır Kapısı
yakınından kalkarak daha içerdeki bir köyün yakınına yerleştirildi. Kendi
koşullarımıza uygun geniş bir araziye yerleşip, düşmana görünmemek için
arazinin yapısına uygun olarak, araçlarımızı kazdığımız çukurlara gömüp,
çadırlarımızı toprağın altında kurup, üstünü de ağaç dallarıyla kamuflaj yapıp,
kendimizi yukarıdan görünmeyecek bir h-duruma getirip toprağın rengine
büründük.
Yaşanan bu savaş geriliminden ötürü herkes
inanılmaz derecede yorgun düşmüştü. Askerin dinlenmesi için birkaç gün hiçbir
eğitim yapmadan öylece bekledik.
Bir Pazar günüydü, askeri bir araçtan
birkaç tane davulcu ve zurnacı indi. Şaşkındık bunlar nereden çıktı diye
bakınırken, Tabur Komutanımız Yarbay Cahit Kaman, bizi uyardı. Kolordudan
göndermişler, askerin moralinin düzeltilmesi için.
Taburu geniş ve düz bir alana topladık,
yakınımızda olan diğer birlikleri de davet ettik. Davulcular ve zurnacılar
birden başladılar çalmaya, herkes şaşkındı, kimsenin içinden oynamak
gelmiyordu. Yarbay Kaman, yeni bir talimat verdi, birlikler arası güreş
müsabakası yapılacak. Bir anda bir coşku sardı herkesi, kendine güvenen
askerler ata sporlarını yapmak için birer birer alanın ortasına toplandılar.
Güreşler yapıldı, yenenler, yenilenler
birbirlerini kucakladılar, ortam biraz yumuşayınca artık güreşin yerini, halay
almaya başladı. Ağır bir stresten çıkan askerler artık iyice deşarj olmaya
başlamışlardı.
Tankçı Asteğmen Enver Tuğcu, boynuna astığı
davul ile çeşitli maskaralıklar yaparken, zurnayı çalar gibi yapan Tankçı
Üsteğmen Mümtaz Bayazıtoğlu, renkli figürleri ile stresten çıkmaya çalışan
askerin rahat hareket etmesine ortam hazırlıyorlardı. Bölük Komutanımız
Üsteğmen Nurettin Noyan bu yaşananları ilgiyle izliyor ve sonunda halay
gurubunun arasında yerini alıyordu.
O gün özel bir mönü ile ödüllendirildi
asker. Günün kararmasına kadar askerler güreş yaptı, türküler söyledi, halaylar
çekti, streslerini atabilmek için içlerinden ne geliyorsa öyle hareket ettiler.
Kimse kimseye dokunmadı, herkes aklına estiği gibi stresini atmaya çalıştı.
Tüm bu olan bitenleri Alay’ın fotoğrafçısı
ölümsüzleştirmek için bir o yana bir bu yana koşuşturup hiçbir eksik kare
bırakmamak için çırpınıp duruyordu.
Amaca ulaşılmış, asker büyük bir moral
kazanmıştı.
Gerginlik gün geçtikçe azalmaya başlayınca
artık normal düzene geçiş sürecine girilmişti. Aylardır arazide olan askeri,
moralli, canlı ve dinamik tutabilmek için sefer halinde yapılması gereken
eğitim, spor, araç gereç bakımı, çevre temizliği gibi günlük rutin
programın uygulaması başlamıştı. Her gün bölüğü alıp değişik bir alana götürüp
günlük rutin eğitimleri yaptırıyorduk. Öğlen arasında karargahın olduğu bölgeye
gelip yemek yiyor, biraz dinlendikten sonra tekrar başka bir alana gidip sabah
yaptıklarımızı tekrarlıyorduk.
Karargah daha geri bir alanda çevreden
görülmeyecek kadar çukur bir arazinin içine konuşlandırılmıştı. Ortada kocaman
bir mutfak çadırı vardı. Etrafı vatandaşların bağışlarından oluşan yiyecek
malzemeleriyle kaplıydı. Mevsim gereği başta karpuz, kavun yığınları, çeşitli
sebze ve meyve kasaları, soğan çuvalları, akla gelen her türlü yiyecek
malzemeleriyle dolup taşıyordu. Bu merkezin çevresinde ise değişik noktalara
serpiştirilmiş komutan çadırları, revir, çamaşırhane, seyyar hamam ve asker
koğuşlarını oluşturan çadır yatakhaneler vardı.
Tanklar, toplar ve diğer araç gereç değişik
alanlara yerleştirilmiş, çevreden ve havadan görünmeyecek bir biçimde kamufle
edilmişti.
Kimi üst rütbeliler yerin altındaki
çadırlarını istedikleri şekilde dekore edip, savaşın stresli ortamını daha
yaşanabilir bir hale getirmişlerdi.
Güzel bir sonbahar günüydü, güneş kavurucu
özelliğini yitirmiş, yapraklar yavaş yavaş sararmaya yüz tutmuştu. Aylardır
arazide sefer durumunda olan asker de savaş ortamının olumsuz koşullarından
etkilenmişti. Onları diri ve canlı tutmak için elimizden geleni yapma çabası
içindeydik. Her zamanki gibi bölüğü almış bir düzlüğe götürmüştüm. Çavuşlara
gerekli talimatları vermiş, eğitim yapmaları talimatını vermiştim. Ben de bir
ağacın gölgesine oturmuş, yanıma aldığım kitabı okumaya başlamıştım. Bir süre
sonra askerlerden biri gelip, “Komutanım uzaktan bir araç bize doğru geliyor.”
haberini verdi. Hemen kalkıp durumu anlamaya çalıştım. Gerçekten de çok
uzaklardan bir araç arkasında çok uzun bir toz bulutu bırakarak geliyordu.
Bunun askeri bir araç mı yoksa sivil bir araç mı olduğunu anlamamız mümkün
değildi. Komutanlardan birinin bizi teftişe gelmesi de olabilirdi, kötü amaçlı
bir araç da olabilirdi.
Temkinli bir vaziyette aracın yaklaşmasını
bekledik. Biraz yakınımıza geldikten sonra bunun sivil bir araç olduğunu fark
ettik. Ancak, bulunduğumuz alan askeri bir arazi idi, buraya sivil araçların
girmesi yasaktı, bu durum daha da tedirgin olmamıza neden oldu. Bizim yanımıza
mı geliyor, yaksa yanımızdan geçip daha ileri noktalara mı gidecek bilmiyorduk.
Bunun bir düşman aracı olabileceği ihtimalini de düşünerek, bize zarar verme
gibi bir girişimleri olması halinde ne yapmaları konusunda askerlere gerekli
talimatları verdim.
Araç bize iyice yaklaştı, artık
görebiliyorduk, bu bir taksiydi, hem de İstanbul plakalı. İstanbul plakalı bir
taksinin savaş alanı olan yasak bölgede ne işi olabilirdi ki, tedirgin
olmuştuk. Askerlerle ilgili bir durum olabilir ya da içinden bir Komutan
çıkabilir diyerek soğuk kanlılığımızı koruyarak taksinin yanımıza kadar
sokulmasını bekledik. Nefeslerimizi tutmuştuk, askerlerimizin bazıları tir tir
titriyorlardı. Sakin olmalarını istedim. Taksinin çok fazla sokulmamasını
işaret ettik, dediğimizi yaptı ve biraz geride durdu. Kapı açıldı, içinden
manken gibi, şık giyimli, güzel mi güzel bir bayan indi. Gözlerimize
inanamadık, şaşkındık savaş alanında bu da ne demek oluyor, bir anda
kavrayamadık. Yanlış mı görüyorum acaba diyerek gözlerimi ovuşturdum, Allah
Allah bu o, evet, evet bu benim Ankara’daki sevgilim Nuran.
Şok yaşıyorum, askerler de şaşkın, kim bu
bayan, burada işi ne, askeri yasak bölgeye nasıl girebildi, kim izin verdi. Her
yerde nöbetçiler var, hepsinden nasıl izin aldı? Yerimizi nasıl buldu? Bitmez
tükenmez sorular… Sorular…
Bana doğru koştu, ben de duyarsız
kalamazdım, hasretle sarıldık, askerler iyice şaşırmışlardı. Sanki rüya
görüyorlardı, rüya da bile böylesi az görülür. Panikle sordum, hayrola ne oldu,
önemli bir durum mu var, diye.
Ankara'da Van Gecesi'nde birlikte |
Kısaca anlattı; “İstanbul’da işim vardı,
buraya kadar gelmişken sana da bir uğrayayım istedim, yanıma yeğenimi aldım,
bir taksi kiralayarak buraya kadar geldik.”
Nuran, dönemin Başbakan’ı Sayın Ferit Melen’in
sekreteriydi, Özel Kalem’de çalışıyordu. Onun sınırlar aşmasına, askeri yasak
bölgeye elini kolunu sallayarak girmesine bu görevinin olanak sağladığı belli.
Dağın başında, askerlerin gözü önünde
oynanan bu dramatik oyunun stresinden içine girmiş olduğum şokun etkisinden bir
türlü kurtulamıyor, ne yapacağıma, nasıl hareket edeceğime karar veremiyordum.
İmdadıma çavuşlarımdan biri yetişti, komutanım siz
misafirinizi alıp karargaha götürünüz, ben bölüğe eğitim yaptırırım, diyerek
bana bir çıkış yolu gösterdi. Öyle yaptık, görevi Çavuş’a devrettim, taksiye
binerek Karargahın olduğu alana geldik. Tabur Komutanı, Bölük Komutanı ve diğer
subaylar, bir benzerine rastlanmayan bu ilginç tabloyu şaşkınlıkla izliyor,
geleneksel Türk misafirperverliğine leke düşürmemek için ellerinden gelen
hassasiyeti göstermeye çalışıyorlardı.
Nuran’ı ve beraberindekileri Tabur’un
mutfak çadırında ağırlamak için görevli askerler bir masa hazırladılar,
oturduk, konuklarımızın önüne karpuzlar, kavunlar, üzümler, çaylar, kahveler
getirerek konukseverliklerini göstermek için ellerinden gelen çabayı
gösterdiler.
Vakit epeyce ilerlemişti, konuşulacak
konuların biteceği yoktu, artık vedalaşmak zamanıydı. Hasretle sarılıp Nuran’ı
taksiye bindirdim. Hüzünlü bir biçimde el sallayarak uğurladım.
Yaşanan bu olay, subay, astsubay ve asker
camiasında büyük yankı yaratmıştı. Gerek Nuran’ın çarpıcı güzelliği, gerekse
hiçbir kadının kolay kolay beceremeyeceği, dağı taşı aşıp, bütün yasakları
delerek sevgilisini görmek uğruna böylesine bir yürekliliği sergilemesi bana
prestij kazandırmıştı.
Yunan sınırını korumakla görevli Malkara
Tank Taburu, benzerine pek rastlanmayan yürekli cesur ve güzel bu konuğunu
bütün içtenliğiyle ağırlamaya çalıştı.
Nuran farkında mıydı, değil miydi
bilmiyoruz ama, bir gerçeği gözler önüne sermişti ki bu çok önemli. Fedakar ve
cefakar Türk Kadını tarihin her döneminde, zor zamanlarda erkeğinin arkasında,
yanında olmayı, tüm varlığıyla ölüm kalım mücadelesinde var gücünü bu mücadele
için kullanmayı becermiş, bunun çeşitli örneklerini tarihin sayfalarına, hiç
silinmeyecek bir biçimde kazımayı başarmıştır. Bu yüzden Nuran Fırat’ın bu
yürekliliğini saygıyla selamlıyoruz…
KENAN MÜMTAZ AKIŞIK ARAMIZDAN AYRILDI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU
Kenan Mümtaz Akışık |
İlhami NALBANTOĞLU,
Kenan Mümtaz Akışık,
1925 Yılında Ahlat’ta doğdu, ilkokulu Ahlat’ta, ortaokulu Tarsus’ta, liseyi ise
Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nde tamamladı. Ardından İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesini bitirdi. İlk olarak Adalet Bakanlığı’nda göreve başladı.
Erciş Savcısı iken görevinden istifa ederek ayrıldıktan sonra Avukat olarak
çalışmaya başladı.
Kenan Mümtaz
Akışık, 13 yıl süre ile Bitlis’te Avukatlık yaptı. Bu dönemde politika ile
ilgilenmeye başladı. 1969 Yılında Bitlis Milletvekili olarak Parlamentoya
girdi. Politik yaşama veda ettikten sonra 1990 Yılına kadar Ankara’da Avukatlık
mesleğini sürdürdü.
AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI TEŞEKKÜR ETTİ
AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI TEŞEKKÜR ETTİ
Kenan Mümtaz
Akışık, şiir ve edebiyatla ilgilendi ve 10 adet şiir kitabı, 2 adet araştırma
ve inceleme kitabı yayımladı. Eserlerinin büyük bir bölümünde Ahlat konusunu
dile getiriyordu. Büyük bir Ahlat sevdalısıydı. 10.000 civarında kitabını 2016
Yılında Ankara’da açılan “Kitap Fuarı”nda yer alan “Ahlat Kültür Sanat ve Çevre
Vakfı”nın Standında ücretsiz olarak öğrencilere dağıtılmasını sağladı. Bu
yaklaşımından dolayı “Ahlat Kültür Sanat
ve Çevre Vakfı” tarafından ödüllendirildi.
Ahlat Kültür Sanat Ve Çevre Vakfı Tarafından Kenan Mümtaz Akışık'a Sunulan Teşekkür Plaketi |
2017 Yılının Ağustos Ayında Ankara’da
yaşama gözlerini yumdu. Ahlat konulu önemli
şiirlerinden biri aşağıda yer almaktadır.
AHLAT’A
GİDİN KUŞLAR
El ele kuşlar
Gözünüz
kanadınız yağmur
Gidin
göreceksiniz
Gönlüm
oralardadır.
Ya duvar
dibinde
Çimen menekşe
kıyı
Söğütlerin
gölgesinde
Ya toprağa
dökülen bir ses
Guguk Kuşudur
İzbelerde
yankılanır
Ya bir ağaç
soğuk almış yamaçta
Ruhtur ya da
dopdolu boşluk
Kollaya
kollaya Güneş’i Ay’ı
Babamı arar
Hele çeşmem,
her hali vefa
Tutkuların
yüz görümü
Öyküsü destan
Öyle dost,
öyle güvenli
Geçmişte
koyun koyuna
Sevgi akar
oluğundan
Yüzyıllar
yuvalanır taşlarında
Anılar sebil
Sevda da
benim gibidir
Gidin kuşlar
seveceksiniz
27 Ağustos 2017 Pazar
"AN ♥ KA ♥ RA" AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU,
Şanlı Türk Bayraklarıyla Donatılmış Anıtkabir'den Bir Görünüm |
AN ♥ KA ♥ RA
Ankara, bir
Dahi’nin bozkırdan yarattığı, modern, çağdaş, uygar bir Dünya kenti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti. İstanbul gibi Dünya’nın en güzel kentinden
sonra Türkiye’nin ikinci büyük eğitim, kültür, sanat ve sanayi kenti. Aynı
zamanda Dünyanın pek çok ülkesinin başkentleriyle “kardeş kent” olan bir şehir.
Ankara, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Hacettepe
Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Başkent Üniversitesi
gibi bünyesinde barındırdığı dünyanın en önemli eğitim kurumlarının olduğu bir
bilim kenti. Dünyanın en ünlü sağlık kurumları ile Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar
pek çok ülkeye hizmet veren bir sağlık
kenti.
Savunma Sanayi
ile Ülke’nin gereksinimi olan güvenlik araç
ve teçhizatı üreterek dışa olan
bağımlılığını asgariye indiren bir sanayi kenti Ankara.
Türkiye Cumhuriyetinin
Başkenti Ankara, Orta Anadolu’nun merkezi bir noktasında kurulmuştur. Bu
merkezi konumu itibariyle tarih boyunca özellikle Selçuklular ve Osmanlılar
devrinde, Ankara keçilerinin tüylerinden yapılan sof kumaşlarının yurt dışına
satılması Ankara’yı kervansarayların güzergahı ve bir ticaret merkezi haline
getirmiştir.
Ankara, Birinci Dünya Savaşı
sonrası Atatürk liderliğindeki ulusal direnişte belirgin bir konum üstlenmiş ve
Ulusal Kurtuluş Savaşı ile Türk yurdunun yabancı işgalinden kurtarılmasıyla 13
Ekim 1923′de yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti ilan edilmiştir.
Ankara’nın en belirgin
noktasında yer alan yapı, Ulu Önder Atatürk için yaptırılan ihtişamlı
Anıtkabir’dir. 1953 yılında tamamlanan bu antik ve modern mimari yapı Türk mimarisinin gücünü ve zarafetini
kanıtlamaktadır.
Şehrin en eski bölümleri
tarihi Kaleyi çevrelemektedir. Duvarlar içinde 12. yüzyıla ait Alaaddin Cami
her ne kadar Osmanlılar tarafından elden geçirilmişse de hala Selçuklu ahşap
işçiliği ve sanatının güzel örneklerini sergiler. Pek çok sayıda ilginç eski
Türk evi restore edilmiş ve sanat galerileri ya da geleneksel Türk mutfağından
örneklerin sergilendiği lokantalar olarak yeniden hayat bulmuştur.
Hisar Kapısı’nın yakınlarında
güzel bir şekilde restore edilmiş olan Bedestendeki Anadolu Medeniyetleri
Müzesi’nde Paleolitik, Neolitik dönemlere ve Hatti, Hitit, Frigya, Urartu ve
Roma Uygarlıklarına ait paha biçilmez eserler yer almaktadır.
Kalenin dışında 13. yüzyıldan
kalma Arslanhane Cami ve 14. yüzyıla ait Ahi Elvan Cami görünmeye değer
eserlerdendir.
Kale yakınlarında, bir Roma
Tiyatrosu ve aynı bölgede 15. yüzyıldan kalma Hacı Bayram Cami ve türbesi yer
almaktadır.
Selçuklu tahta kapı
oymacılığının şaheserlerinin ve diğer günlük kullanım araçlarının sergilendiği
Etnografya Müzesinin hemen yanında yer alan Resim ve Heykel Müzesi Türk güzel
sanatlarından kesitler içerir.
Ankara’daki en büyük camii
olan Kocatepe cami 1976 ile 1987 arasında Osmanlı mimarisine uygun olarak inşa
edilmiştir.
Ankara, seçkin bale, tiyatro,
opera ve halk dansları düzenlemeleri ile hareketli bir sanatsal ve kültürel
yaşama sahne olmaktadır. Şehir, özellikle dinleyici sayısı hiç düşmeyen
Flarmoni Orkestrası ile ünlüdür.
ANITMEZAR
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, inkılâpların
yaratıcısı, kahraman asker, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ebedî istirahatgâhının
bulunduğu Anıtkabir, Rasattepe’de inşa edilmiştir.
Mimarları Prof. Emin Onat ve Doç. Orhan Arda’dır. 1944
yılında yapımına başlanan anıt, 1953′te tamamlanmıştır. Aynı yıl Ata,
Etnografya Müzesindeki geçici kabrinden büyük bir törenle buraya
nakledilmiştir.
Anıtkabir kompleksi içindeki üniteler; İstiklâl
Kulesi, Hürriyet Kulesi, Aslanlı Yol, Müdafaa-i Hukuk Kulesi, Mehmetçik Kulesi,
Zafer Kulesi, Barış Kulesi, 23 Nisan Kulesi, Misak-ı Milli Kulesi, İnkılâp
Kulesi, Zafer Kabartmaları, Mozole ve Şeref Holüdür.
"EKMEĞİNİ DİŞLERİYLE KAZANIYOR..." AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI: Gazeteci, Araştırmacı - Yazar, İlhami NALBANTOĞLU
Ruhi AYHAN Çalışma Tezgahının Başında |
EKMEĞİNİ DİŞLERİYLE KAZANIYOR...
Sakarya Caddesi Ankara’nın en renkli alanlarından biridir. Burada her cinsten, her renkten, her meslekten, her yaştan insanla ve olayla her an karşılaşmak mümkündür.Zaman zaman çeşitli sosyal etkinlikler, eğlenceler, protestolar, gösteriler burada yapılır, sevinçler burada paylaşılır, üzüntüler burada unutulmaya çalışılır.
Bu çok renkliliğin bir bölümünde de burada ekmeğini kazanan engelli vatandaşlarımız vardır. Sosyal boyutu olan yerel yönetimler bu vatandaşlarımıza ayrıcalık tanır ki bu da güzel bir davranış olarak takdir toplar.
Bu caddenin renkli simalarından biri de yukarıda resmini gördüğünüz “Tespih Satıcısı”dır.
Kimi zaman müşterilerinin tespihlerinin ipini takmak da bunun görevleri arasındadır. Peki bu görevini tek eli ile nasıl yapar acaba?
Evet, tek eli ve dişleriyle tespih tanelerini birer birer 33’lük ya da 99’luk olacak şekilde ipe takıp üstüne de tespihin imamesini geçirip düğümler ve müşterisinin eline verir. Emeğinin karşılığıyla da geçimini sağlar. Kimseye minnet etmez…
Kimi sağlam kişilerin dilendiği, kimi sapasağlam kişilerin masum insanları dolandırmak için çeşitli taklaların attığı, kimi insan bozuntularının göz göre göre başkalarının emeğini, göz nurunu, alın terini çaldığı bir ortamda bu insanımızın ekmeğini dişiyle kazanmasının önemi ne kadar da ön plana çıkıyor, ne kadar değerli bir şekil alıyor görüyor musunuz?
Toplum olarak bu ve benzeri insanlarımızı desteklemeli, yüreklendirmeli, cesaretlendirmeliyiz ki diğerlerine örnek teşkil edebilsin. İhtiyacımız olmasa da hiç olmazsa onları umutsuzluğa düşürmemek için bazı gereksinimlerimizi onlardan sağlamak suretiyle, onları topluma kazandırabilir, sağlıklı, sosyal boyutu olan bir toplum yaratılmasına destek ve bir yaraya merhem olabiliriz…
Bu bir sosyal sorumluluktur, unutmayalım.
10 Ağustos 2017 Perşembe
Nostalji "AHLAT GAZETESİ" (Yıl: 21, Sayı: 158) "İklim felâketlerinin çaresi ORMAN'dır & Gündemle örtüşen bir basiret örneği" AHLAT AKSAV, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı // Başkan, İlhami NALBANTOĞLU
9 Ağustos 2017 Çarşamba
Ahlat Gazetesi "AHLAT’IN TARİHİ ÖNEMİ VE GÜNÜMÜZDEKİ YERİ" Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı
AHLAT’IN TARİHİ ÖNEMİ VE GÜNÜMÜZDEKİ YERİ
Ahlat (AKSAV) Kültür Sanat ve Çevre Vakfı
Tarihin her döneminde çeşitli
medeniyetlerin yaşanmış olduğu Ahlat, bünyesinde bu medeniyetlerin izlerini
taşımaktadır. Tarih süzgecinden geçirdiğimizde karşılaştığımız değerleri şöyle
sıralayabiliriz.
1. Askeri ve Stratejik Açıdan Ahlat., 2. Türklerin Anadolu’yu Yurt
Edinmelerinde Ahlat’ın Rolü., 3. İslamiyet’in
Anadolu ve Asya’ya Yayılmasında Ahlat’ın Rolü., 4. Tarih ve
Turizmin İç İçe Olduğu Ahlat’ın Günümüzdeki Yeri.
1. ASKERİ VE STRATEJİK AÇIDAN AHLAT
Van Gölü
çevresinde siyah bir kaşı andırırcasına durması Ahlat’a bir çekicilik
vermektedir. Bu sebeple tarih süreci içerisinde büyüklü küçüklü bütün devletler
bu dilbere sahip olma arzusu içinde olmuşlardır. Güçlü olan almış, zayıf olan
alma hayali ile yanıp tutuşmuştur. Ahlat’ın coğrafi konumu stratejik açıdan da
çok önemli olduğundan Ahlat’a hakim olan
bölgeye de hakim olmuştur. Dolayısıyla Ahlat pek çok defalar el değiştirmiş ve
bu el değiştirmeler şehrin mimari yapısına umulandan çok zarar vermiştir. Bu
yüzden çok eski dönemlerden kalan eserlerin sadece izleri ile yetinmekteyiz.
2. TÜRKLERİN ANADOLU’YU YURT
EDİNMELERİNDE AHLAT’IN ROLÜ
Orta
Asya’dan Batı’ya doğru yönelen Türklerin
ilk uğrak yerlerinden birisidir Ahlat. Anadolu torakları üzerinde ilk
fethedilen yer olması Ahlat’ın karizmasının temelini teşkil etmektedir. Oğuz
akıncıları öylesine benimsemişlerdir ki bir dönem “Oğuz Taifesi Şehri” olarak
adlandırılmıştır. Ahlat’ta başlayan bu hareket gün gelmiş Viyana kapılarına
dayanmıştır. Bu muhteşem büyümenin ilk ayağının Ahlat olması buranın önemini
bir kez daha gözler önüne sermektedir. Bu büyük serüven içinde bir yer var ki
ona değinmeden geçilemez. Bu dünya tarihinin seyrini değiştiren 1071 Malazgirt
Zaferi’dir. Ahlat’ta karargahını kuran Alparslan buradan başlattığı hareketle uzun yıllar hüküm süren
büyük bir imparatorluğun hayatiyetine son vererek tarihin akışını değiştirip,
bir çağın kapanmasını ve yeni bir çağın başlamasını ilan etmiştir. Alparslan’a
bu askeri alt yapıyı Ahlat sunmuştur. Ahlat’tan başlayıp Malazgirt’te çağı
değiştiren bu muhteşem güç, Asya kıtasının coğrafi uzantısı olan İstanbul
kapılarına dayanmıştır.
İstanbul’u
fetheden Fatih Sultan Mehmet, atası Alparslan’dan aldığı ruhla onu Bizans
kültürünün elinden alıp bir Osmanlı şehri haline getirmiştir. Bu zaferin ilk
basamağı olan Ahlat, bir kültür, sanat ve uygarlık merkezi olarak işlevini
devam ettirmiştir. Bu parlak döneminden günümüze pek çok eser kalmıştır. Bu
eserlerde köklü ve düzeyli bir sanat terbiyesinin izlerini bulmak mümkündür. Bu
özelliği ile de Ahlat bir sanat laboratuarı olarak görenleri hayran
bırakmaktadır.
Büyük
İmparatorluk kurulduktan sonra Osmanlı padişahları Ahlat’ı çok sık olmasa da
ihmal etmemişlerdir. Bu dönemde ise Ahlat, “Ata Yadigarı Şehir” olarak
gönüllerdeki yerini korumuştur.
3. İSLAMİYET’İN ANADOLU VE ASYA’YA
YAYILMASINDA AHLAT’IN ROLÜ
Anadolu’daki
Bizans hakimiyeti giderildikten sonra kitleler halinde İslamlığı kabul etmiş
bulunan Saltuklular, Karamanlar, Selçuklular ve diğer Oğuz boyları İslam adına
fetihlerde bulunmuşlardır. Ahlat, İslamiyet’in Asya’ya açılmasının bir hamle yeri, bir ileri
üssü olarak görev üstlenmiştir.
İstanbul’u Bizans kültürünün etkisinden kurtarıp İslamlaştıran da Ahlat
olmuştur. Zira Ahlat’tan geçen Türk boylarına iliklerine kadar İslam kültürünü
burada aşılanmıştır. İslam Ahlat’ta öylesine yücelmiştir ki, Ahlat bu kez de
“Kübbe-t-ül İslam” adı ile onurlandırılmıştır. Bu İslamiyet’in en doruk noktada
özümsendiği kente “Ruhaniyatlı Şehir” denmesi bundan kaynaklanmaktadır.
İslamiyet’i
dünyaya yaymayı kendilerine görev telakki
etmiş yüce insanlardan Yemen Valisi Maaz Bir Cebel’in oğlu Abdurrahman Gazi’nin
mezarı Ahlat’tadır. Kadirbilir Ahlat halkı 1973 yılında kendi olanakları ile
Abdurrahman Gazi Türbesini Ahlat’lı ünlü taş ustası Tahsin Kalender’e inşa
ettirmiştir. Bu esen Selçuklu dönemi eserlerinden esinlenilerek yapılan son
kuşağın eseridir. Bununla geçmişin muhteşem sanat öğretisinin yeni kuşağa intikalinin de tipik bir örneği
gerçekleştirilmiştir.
4. TARİH VE TURİZMİN İÇ İÇE OLDUĞU
AHLAT’IN GÜNÜMÜZDEKİ YERİ
Bir misyon
kenti olan Ahlat’ın en önemli tarihi zenginlikleri Selçuklu ve Osmanlı
dönemlerinden kalanlardır. Bu eserler hem çok hem de yüksek sanat niteliklerine
sahip oldukları için Ahlat’a bir “Açık Hava Müzesi” hüviyeti kazandırmaktadır.
Bu muhteşem tarihi zenginlik doğa zenginliği ile bütünleşince de ortaya
dayanılmaz bir cazibe çıkmaktadır. İşte bu cazibe günümüz değer yargılarına
göre kentin refah düzeyini çok kısa bir süre içinde yüksek düzeylere çekme
gücünü bünyesinde taşımaktadır.
İşte bu
gücün çok iyi bir şekilde kullanılması gerekmektedir. Bunun için de kişilerden
en üst düzeydeki kurumlara kadar çeşitli görevler düşmektedir. Bu
görevleri yapacak olan kişiler, sivil
toplum kuruluşları, idare ve üniversiteler çok sıkı bir şekilde ortak çalışma
grupları teşkil edip bin an evvel çalışmaya başlamalıdırlar.
Bu hususa
değinmişken bir sivil toplum örgütü olan Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın
Başkanı olarak vakıf çalışmalarımızla ilgili konulara değinmekte yarar olduğu
kanısındayız. Bu denli önemli bir fonksiyonu
olan Ahlat’ın gerek tanıtımı
gerekse mevcut eserlerinin korunması gibi temel meselelerinden hareketle
Ahlat’ın yetiştirdiği kişiler olarak bazı sorumluluklarımızın olduğunu
düşünmekteyiz. Pek çok alternatifin içinde en fazla bir vakıf kurmak suretiyle
Ahlat’a gerçek anlamda yararlı olabileceğimiz konusunda görüş birliğine varmış
bulunmaktayız. Bunun sonucu olarak 1990 yılında başlatmış olduğumuz çalışmalar
1993 yılında Vakfımızın resmen kurulmuş olmasıyla olumlu bir noktaya gelmiştir. 1990 yılından itibaren 1994 yılına kadar dört yıl üst üste Ahlat’ta
birer hafta sürecek şekilde “Kültür Haftaları” düzenledik. Bu zaman içerisinde 6 adet Ahlat’la ilgili
olmak kaydıyla kitap yayınladık. “Ahlat Gazetesi” adıyla yılda bir kez olmak üzere dört adet gazete
yayınladık. Ahlat’ta, Ankara’da ve İstanbul’da olmak üzere, Ahlat’taki tarihi eserlerden oluşan “Fotoğraf
Sergisi” ni sanatseverlerin hizmetine sunduk. Ahlat Belediyesi ile işbirliği
yaparak Başbakan, TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanı’na heyetler oluşturarak giderek
Ahlat’ın sorunlarının çözümü için girişimlerde bulunduk.
Ahlat’ın
tarihi bir korunmaya alınabilmesi için Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve
Kültür Örgütü UNESCO’ya başvuruda bulunarak Ahlat’ın tarihi zenginliğinin
teminat altına alınması için girişimlerde bulunduk. Ahlat’ın Türk dünyasının
ilk başkentlerinden birisi olması nedeniyle son Başkentimiz olan Ankara’daki
bir caddeye “Ahlat” adı verilmesi için Ankara Büyükşehir Belediyesi ile
görüşmeleri başlattık.
Ankara’daki
cadde başlarına Ahlat mezar taşlarının
birer kopyalarının konulması için Ankara Büyükşehir Belediyesi ile ortak bir
çalışmanın yürütülmesi için girişimlerde bulunduk.
Özel
sektörün bölgemizin kalkındırılması için başlattığı “Doğu Holding Projesi”ne
katılmak için ilgili kuruluşlarla gerekli girişimlerde bulunduk. Ahlat’taki
Selçuklu ve Osmanlı eserlerinden oluşan bir “Fotoğraf Sergisi”ni 15 Nisan 1996
tarihinde Berlin’de, Berlin Türk Cemaati işbirliğiyle açtık. Aynı serginin
Tiflis, Bakü ve Almaata’da açılması için çalışmalarımız devam etmektedir.
Berlin sergisinin hemen ardından sergi izlenimlerini kapsayan “Ahlat
Gazetesi”nin 5. sayısının çıkarılmasını gerçekleştirdik.
SONUÇ
Böylesine
önemli bir geçmişe sahip olan Ahlat için yapılması gereken işlemleri şöyle
sıralayabiliriz: 1. Kültürel
konularda halkın bilinçlendirilmesi için yerel yönetimler tarafından çeşitli
çalışmaların yapılması gerekmektedir., 2. Halkın
dernek, vakıf, birlik, oda gibi sivil toplum kuruluşları kurarak, gerek
sorunlara gerekse kültürel konulara doğrudan katkıda bulunması sağlanmalıdır., 3. Üniversite’nin
bölgenin her türlü sorunlarına daha fazla önem vererek katkıda bulunması sağlanmalıdır., 4.Siyasal
kuruluşların ortam çözümler üzerinde uzlaşma yoluna gitmeleri gerekmektedir.
AHLAT’IN ÖZEL SORUNLARI
1. Kent
merkezinden geçmesi planlanan demiryolunun güzergahının kentin kültürel
doksunun bozulmayacağı bir güzergahtan geçirilmesi hususunun yeniden ele
alınarak bir çözüme kavuşturulması., 2. Üniversite
ile ilgili ilişkilerin geliştirilmesi için Ahlat’ta bir fakültenin açılmasının
behemahal sağlanması., 3. Ahlat
kentinin şehirleşme ile ilgini aşağı-yukarı sorununun bir çözüme kavuşturulması., 4. Kantin
tarihi dokusunun gelecek kuşaklara iletilmesi için her türlü koruma önleminin alınması., 5. Kentin
tarihi ve kültürel öneminin ilgili ulusal ve sarımsak kuruluşlara iletilmesi
için gerekli işlemlerin başlatılması.
8 Ağustos 2017 Salı
"CEMİL ÖZGÜR ZARAFETİ…" Bitlis’in yetiştirdiği onur abidesi Sayın Cemil ÖZGÜR
Her kim ki “Hiçbir fedakârlıktan
kaçınmamak” deyiminin ne demek olduğunu merak ediyor ve bir örneğinin görmek
istiyorsa Sayın Cemil ÖZGÜR’ün Bitlis’te yaptırdığı Endüstri Meslek Lisesi’nin
“AçılışTöreni”ni görmelidir. Göremese bile görenlerden dinlemelidir. Her kim ki
Türkiye’nin herhangi bir yerinde, en gelişmiş merkezlerinde bile Bitlis Cemil
ÖZGÜR Endüstri Meslek Lisesi’nin açılış törenlerinden daha görkemli bir tören
yapıldığını iddia ediyorsa kuşkuyla karşılanmalıdır. Sakın ola ki bu satırları
okuyanlar anlamsız bir abartıdan söz ediyor olduğumuzu düşünmesinler. Meramımız
yiğidin hakkını teslim etmekten öteye geçemez. Olayın detaylarına indiğimizde
sizlerin de hak vereceğinizden en ufak bir kuşku duymamaktayız.
Sizlere soruyorum eğer
gördüyseniz lütfen söyleyiniz. Bir açılış töreni için Ankara’dan Türkiye’nin en
iyi televizyon ve radyo sanatçılarından olan ünlü Mehpare Çelik’in özel
olarak ta Bitlis’e kadar getirtildiğini
gören var mı? Başka detaylara girmemize gerek var mı? Yani Bitlis’te o töreni
sunacak insan mı yok diyecek olursanız büyük bir yanılgıya düşmüş olacaksınız.
Elbette vardır, ancak mesele töreni sunmak değildir, mesele konuya verilen
önemi, duyulan saygıyı göstermektir.
Bitlis’in yetiştirdiği onur abidesi Sayın Cemil ÖZGÜR, 2007
yılı 8 Ağustos tarihinde temeli atılan
Endüstri Meslek Lisesi’nin 2009 yılı 8 Ağustos tarihine yetişmesi için büyük
gayret gösterdi. Açılışa bir ay kala
acaba yetişir mi, yetişmez mi diye bizzat inşaatın başına giderek 3
hafta Bitlis’te kalmak suretiyle
yetişmesi için geceli gündüzlü çaba harcadı. Bir hafta sonra Ankara’ya döndü,
geri kalan tüm hazırlıkları Ankara’dan tamamladıktan sonra açılışa bir hafta
kala yeniden Bitlis’e döndü. Bu kez yanında muhterem eşleri Muzaffer Hanımla
birlikte. Muzaffer Hanım ayaklarındaki ağrılara rağmen bir hafta gibi bir süre
Bitlis’te kalması konuya verilen önemin bir göstergesi değil midir? Daha sonra
oğulları, torunları topluca Bitlis’e geldiler
Mehpare Çelik, açılış töreni sırasında Sayın Cemil ÖZGÜR’ün
özgeçmişini okurken bir hususu atladı, o ortamda bu uyarıyı yapmak mümkün
olmadığı için biz o eksikliği burada tamamlamayı bir görev saymaktayız. Sayın
ÖZGÜR, Sayın Ahmet EREN ile birlikte
2006 Yılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Üstün Hizmet Ödülü’ne layık
görülmüşlerdi. Bu hususun oradan Bitlis’li hemşehrilerimize duyurulması iyi
olurdu diye düşünüyoruz…
Bitlis Endüstri Meslek Lisesi’ni
Sayın Cemil ÖZGÜR tamamen kendi olanakları ile gerçekleştirdi. Ancak Okulun
adının başına BETAV ibaresini koydurmuştu. BETAV, Sayın ÖZGÜR’ün 20 yıla yakın
başkanlığını yaptığı ve son olarak ta
Onur Başkanlığını yürüttüğü bir Sivil Toplum Kuruluşu yanı bir Vakıftır. Bu
Vakfın Endüstri Meslek Lisesi’nin yapımına hiçbir katkısı olmamıştır, buna
karşın neden okulun adının başına konulduğunu soracak olursanız işte bu Sayın Cemil ÖZGÜR zarafeti’nin bir başka
göstergesidir. Kendisi bu hususu şöyle izah etmektedir. “BETAV olmasaydı ne ben
gelip bu okulu yapabilirdim ne de Sayın Ahmet EREN beyefendi Bitlis Eren
Üniversitesi’nin yapılmasını sağlayabilirdi. İşte onun için BETAV adının yaşaması için oraya yazdırdım.”
Bitlis Şehir Stadı’nın
türbinlerinden daha büyük bir türbin kurulmuştu davetliler için, ilk kez
kullanılan protokol koltukları, ilk kez kullanılan kırmızı halılar, konuşma
kürsüsü ve konuklara verilecek sandviçlerin içindeki kaşarların bile bizzat
Sayın ÖZGÜR tarafından denetlendiği ikramlar, içecekler, Cumhurbaşkanını bizzat
hava alanına giderek karşılama girişimleri Sayın ÖZGÜR’ün diğer zarafetinden
bazıları. Tüm bunlar geleneksel Bitlis konukseverliğinin uzantıları. Türkiye
Cumhuriyeti’nin Başkanı Bitlis’i ziyaret ediyor, her şey çok mükemmel olmalı ve
oldu da hayal edilebilecekten, düşünülebilecekten de daha mükemmel oldu,
Bitlis’e yakışır bir biçimde oldu.
Her şeyin çok mükemmel geçmesinin
sarhoşluğu ile ertesi günü yerel ve ulusal basında bizim yere göğe
konduramadığımız bu olay ile ilgili olarak neler çıktı diye basını tararken,
yaşadığımız mutlulun iki misli kadar derin bir hayal kırıklığı ile yüz yüze
geldik. Ülkenin bu denli önemli bir dönemecinde bu tür faaliyetlerin en azından
vatandaşa moral aşılaması açısından verilmesi gerekirken ulusal bir büyük
gazetemiz yaşlı ve eski bir zenginin uçkur maceralarını birinci
sayfasından manşet olarak sunuyordu. Derin bir hüzün kaplamıştı içimizi…
Bir yanda ülkenin sorunlarını,
sıkıntılarını gidermeye çalışan hayırsever insanların göstermiş oldukları
fedakarlıklar öte yanda bu olanlardan habersiz, ilgisiz ve duyarsız ulusal
basın, demek ki ülkenin bir senkronize sorunu da mevcuttur. Ulusal basın bu tür
hassas konular yerine magazin olaylarını daha ticari karşılıyor olmalı…
Sayın ÖZGÜR, eşiyle,
çocuklarıyla, torunlarıyla Bitlis’in geleceği için bir altın sayfa açıp yeni
kuşağa armağan etti. Yeni kuşağa düşen görev ise bu yolda yapılması gereken her
şeyi yapıp, aydın, uygar, çağdaş, zengin bir Bitlis’in yeniden yaratılmasını
sağlamak olmalıdır..
Sonsuz teşekkürler…
"ARTIK BEN DE AHLAT’LIYIM…", Hüsnü SOYDAN
ARTIK BEN DE AHLAT’LIYIM…
Emekli Albay İlhami Beyle
tanışmamı bir arkadaşım sağladı, ona ne kadar teşekkür etsem azdır. Birkaç kısa
yazışma ve iki kez yüz yüze görüşmeden sonra kendisine olan sevgim ve saygım o
kadar arttı ki benden genç görünmesine karşın yaşı, bilgisi, becerisi ve ortaya
koyduğu ürünleri ile ‘ağabeyim’ olmayı çoktan hak etti. Gerek tanık olduğum çalışmasından ve gerekse özgeçmişinde öğrendiğim
çalışmalarından ötürü İlhami ağabeyi kutluyorum. Umuyorum ki her ilçemizin ve
beldemizin, kendilerine gönülden sahip çıkan İlhami’leri olsun
Kendisine Ahlat’la ilgili anımı
anlattıktan sonra ‘Komutanım; bu anınızı bize yazın da gazetemizde
yayınlayalım’ dediğinde hem sevindim hem de öyle gururlandım ki benim yöremin
deyişi ile koltuklarım kabardı. Hele de o anımın Ahlat Gazetesi’nin 100 üncü
sayısında çıkması bana ikinci bir kimlik kartı yani nüfus cüzdanı oldu. Sanki
Ahlat’lı olduğum onaylandı. Çünkü sayın hemşerilerim ben Gazete’nin 100 üncü
sayısını sadece gazete olarak değil oğuldan oğula devredilecek bir ansiklopedi
olarak görüyorum. Bence bu ansiklopediden sadece Ahlat’lılar değil bütün
Bitlis’liler bir tane edinip kitaplıklarında ata yadigarı gibi saklamalılar.
Bitlis’in ve Ahlat’ın tarihi ve
coğrafi özelliklerini azda olsa biliyordum, ama o ilimizin çıkardığı değerli insanları,
o ilimize emek ve gönül vermiş Bitlis sevdalılarını ben 100 üncü sayıdan
öğrendim. Ve öğrendim ki yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK bu bölgede sadece
komutanlık yapmamış, Anadolu’yu incelemiş, Anadolulu ile yoğrulmuş, daha sonra
kurmayı tasarladığı Cumhuriyet’in temellerini burada şekillendirmiş. İşte
bunları bize sunan 100 üncü sayının; başta İlhami ağabey olmak üzere bütün
emekçilerine teşekkür ediyorum. Tabiî ki 100 üncü sayıya yazıları ile katkıda
bulunan kişilere de teşekkür ediyorum. Hepsinin ismini saymama sayfam yetmez ve
ismini belirtemediklerime haksızlık etmiş olurum ama Sayın Kamran İNAN’ ı
anmazsam Devlet Adamlığı kavramına nankörlük etmiş olurum. Yaşayan Devlet
Adamlarını sayalım desek beş kişi çıkar mı acaba? Zaten sayı bu kadar az olduğu
içindir ki ülkemizin durumu ortada!
Gazeteye bundan sonra da
yazabileceğim İlhami ağabey tarafından rica edildi. Seve seve ve onurla kabul
ettim. Bundan sonraki yazımda affınıza sığınarak ve sabrınızı da zorlamadan
kendi özgeçmişimden söz edeceğim. Yazılarımda yöremden, bağlı olduğum inanç
kültüründen ve bağlı olduğum meslekten söz edebilir ve örnekler verebilirim.
Yazacaklarım kendi kişiliğimi bağlar ve sadece kendi adımadır. Beğenilenlerden
kendim için pay çıkarmam ama beğenilmeyenlerin ve eleştirilenlerin bana ait
olduğunu şimdiden kabullendiğimi söylemek isterim.
Güzel günlerde görüşmek üzere!
3 Ağustos 2017 Perşembe
"ABDULLAH NALBANT USTA" - Esma Tuğçe TÖZMAN
ABDULLAH
NALBANT USTA
İçimde ne
zaman hayata dair belli belirsiz yeni bir şeyler hissetsem, insana dair
duygulardan sevinmek, üzülmek, şaşırmak, korkmak, merak etmek, istemek ya da
vazgeçmek, ümit ya da ümitsizlik gibi duygulardan biri olanca gücüyle ruhumu
kaplasa, aklıma, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin bir şiiri gelir. Her dizesinde,
bir anlam, bana ışık tutacak bir şey bulurum. Aynı şekilde, bu şiirde ifade
edilen “olanlar”
ve “olması gerekenleri”
düşündükçe de, tanıdığım insanların siması gelir gözümün önüne. Hâşâ, Abdullah
Nalbant Usta’yı Mevlana ile kıyaslamak, karşılaştırmak gibi bir niyetim yoktur.
Değerli insanların, büyük âlimlerin önünde, saygıyla eğilmek düşer ancak. Bu
yazıda okuyacaklarınız da methiye değil, hayata bakış açımı değiştiren,
ufkumu genişleten büyüklerime saygı ve sevgimi iletmek amacıyla yazılmış
naçizane satırlardır.
Mevlana der ki;
Mevlana der ki;
“Sonsuz
bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım. Zamanla ışıkta
yasamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum. Gün geldi sonsuz karanlığa
uğurladım sevdiklerimi…
Ağladım.
Ağladım.
Yaşamayı
öğrendim.
Doğumun,
hayatin bitmeye başladığı an olduğunu;
Aradaki
bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.”
Elbette ki
sevdiklerimizi kaybettiğimizde üzülürüz, ama üzülmekten çok, o insanı görmüş,
tanımış, sevmiş olduğumuz için şükretmek, mutlu olmak yerine, isyan edip
gözyaşlarına sığınmanın, kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülüklerden biri,
hatta kendi kendimize yaptığımız hırsızlık olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, ben
de kaybettiklerim için isyan edip ağlamak yerine, onları tanıdığım için büyük
bir mutluluk duyuyorum.
Dünyadaki
her insanın bir öyküsü, mutlaka vardır. Hiçbir canlı sebepsiz yaratılmadığı
gibi, hayatımıza giren, her insanın bize kattığı bir şey vardır. Şahsen
tanımamış olsam da, okuduğum bir kitap sayesinde, “insanlık” vasfının, pek çok
nitelik ve sıfat içermesine rağmen, yalnızca “insan olabilmenin hakkını
verenlere” nasip olduğunu
öğrendim.
“Zamanı
öğrendim. Yarıştım onunla”¦ Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını,
zamanla öğrendim”
Yaşamak
elbette ki sonlu eylemdir, ancak öğrenmek ve öğretmenin sonu var mı? Başka
insanların zihninde iz bırakanlar, zamana karşı yenilmeden, öğretmeye devam
ederler. Henüz fiilen Ahlat’a hiç gidememiş, memleketimin güzelliklerinden
birini görmemiş olsam da, zihnen uzun bir seyahatten dönmüş gibiyim. Bir söz
vardır; “çok gezen mi, yoksa çok okuyan mı bilir” diye.
Bulunduğu
muhitte bile, her gün geçtiği yollardaki güzellikleri göremeyen bir insan,
isterse dünyayı dolaşsın, o körlüğü ve cahilliği, onu gölgesi gibi takip eder.
Dökülmüş bir gül yaprağı bile, harflere hiç ihtiyaç duymadan yüzlerce satırlık
bir şiir gibi okunabilir mi? Okumak, sadece yan yana gelmiş harfleri
anlamlandırıp seslendirmek midir? Evrendeki canlı ve cansız her şeyde, “tek bir
varlığı” görebilmemiz için bize
sunulanların değerini bilenin, dünyadaki en bilge insan olduğuna inanıyorum.
Kalbimizdeki
bahçeye ne kadar çok sevgi tohumu ekersek, kötülüklere o kadar az yer kalır.
Ama her ikisi de var, iyiliğin değerini anlayabilmek için, kötülüklerden ders
çıkarma becerisi ise, illa ki fakültelerde değil, daha çok hayat okulunda
öğreniliyor. İşte bu yüzden;
“İnsanı
öğrendim. Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu”¦
Sonra da
her insanin içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.”
Mevlana
gibi büyük bir âlimle, asırlar boyu nice gönüller fethetmiş böylesine büyük bir
zatla kendimi kıyaslamak kadar manasız bir şey göremiyorum. Ben ki şu dünyada
değil, koca evrende parçacığın da parçacığıyım, hatta bir “hiç” im ki, hiçliğimden de
memnunum. Yeter ki gurur ve kibir zehrini yutmuş olmaktansa, “hiç” liği tercih ederim ama;
“AHLAT HALK HEKİMLİĞİNİN EFSANE İSMİ ABDULLAH NALBANT USTA”dan da öğrendiklerimi,
paylaşmak, Abdullah Nalbant Usta’ya teşekkür etmek istedim; cür’etimi bağışlayınız.
Çünkü;
“Sevmeyi
öğrendim. Sonra güvenmeyi”¦. Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.”
Bu kitabın
her satırında, iyiliğin, dürüstlüğün, yardımseverliğin, sevilmenin, saygı duyulmanın
en büyük zenginlik olduğunu öğrendim. Nasıl ki saçımız, göz rengimiz, ten
rengimiz bedenimizin görsel varoluşu ise, mizacımızın da ruhumuzun vesikası
olduğu kanısındayım. Hırs yerine azmin insanları başarıdan başarıya
götürdüğünü, Abdullah Nalbant Usta’nın özgeçmişini okurken öğrendim.
Kitabın
birinci bölümünde, Abdullah Nalbant Usta’nın askerliğiyle ilgili satırları
okurken, bir asker torunu olarak, bir Türk evladı olarak, kendisine saygı
duydum. Günümüzde askerlikle ilgili pek çok tartışmalar var. Ben; siyasi bir
söylem yapacak değilim; ama Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına
sahip çıkan, bu yolda da fedakârlıklardan sakınmayacak olan bir Türk Genciyim.
Askeri eğitim almadım, ülkemizde kadınlar için askerlik de mecburi değil. Ama
bu Vatan için askere çağrılacak olsam, bir saniye bile düşünmeden askere
giderim. Abdullah Nalbant Usta’nın hem 1937’de hem de 1942’de iki defa askere
gitmesi, üstelik o zamanki koşulların daha zor olması; buna rağmen vatan
sevgisinin insana ne kadar güç kuvvet verdiğini gösterdi.
Ne zaman
ki Çanakkale’yi düşünsem, önce boğazımda bir düğüm, sonra da omuzlarımda bir
kuvvet”¦ Tıpkı üzerimde tüm bedenimi kaplayan, görünmez; kuvvetli bir çelik
zırh varmış gibi, korkusuz ve güçlü Türk askeri”¦ Ve
“İnsan
tenini öğrendim. Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu”¦ Sonra da ruhun
aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.”
Yaşadıklarımız
mı bizi şekillendirir, yoksa biz mi mantığımızla yaşadıklarımıza yön veririz?
Abdullah Nalbant Usta’nın, yaşadıklarının etkisiyle; kendine, çevresine, Ahlat
ahalisine karşı bir sorumluluk yüklenmiş olması, hayata karşı ne kadar kuvvetli
bir tavır sergilediğinin gösteriyor. Kendisini şahsen tanımadım elbette ki,
bilip bilmeden yorum yapmak saygısızlığını ise kendime yakıştıramam. Ancak bir
insan, yaşadıklarından bir anlam çıkarıp, hem kendisini, hem de çevresini
aydınlatması, pek çok kişinin derdine deva olması, üstelik hiçbir ücret de
talep etmemesi, saygı duyulacak bir davranıştır. Eğitim, sağlık, milli ve
manevi değerlerin yaşatılmasını da göz ardı edemeyiz.
“Evreni
öğrendim. Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim. Sonunda evreni
aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.”
Pek çok
meslekten, nitelikli insanlara saygı duyuyorum. Türk Ordusuna, Türk doktorlarına
ve öğretmenlere saygıda kusur etmekten imtina ederim. Ben de; daha yolun
başında bir öğretmen olarak, gelecek nesilden ümitliyim. “Ben oldum” dediğimiz anda
“bittiğimizi”, hiçbir şey
bilmediğimiz halde “biliyormuş gibi” davrandığımızda öğrenme imkânlarımızı elimizin tersiyle
ittiğimizi düşünecek olursak, her yeni güne başladığımda ve her gün batımında,
etrafıma baktığımda ve gerçekleri görebildiğim her an, öğrenmeye devam
ediyorum.
“Okumayı
öğrendim.
Kendime
yazıyı öğrettim sonra”¦
Ve bir
sure sonra yazı, kendimi öğretti bana”¦”
Öğrenmek
demek, kendini tanımak demektir. Kendi değerlerimin, kapasitemin, dünyaya geliş
amacımın farkında değilsem, kendime ve çevreme faydalı olamıyorsam, “profesör” etiketine de sahip
olsam, gerçekte düpedüz bir cahil olduğumu kabul etmek mecburiyetindeyimdir.
Ama
biliyorum ki, evrende öğrenecek çok şey var. Beni ben yapan, yaşadıklarım,
gördüklerim ve öğrendiklerim; hatta paylaşabildiklerimdir.
“Ekmeği
öğrendim. Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini… Sonra da
ekmeği hakça bölüşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.”
Sahip
olduğum şeyleri paylaşabildiğim ölçüde insanım; bilgi ise benden çıkıp genç
zihinlerde kendine yer bulduğunda anlam kazanır.
“Düşünmeyi
öğrendim. Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim”¦ Sonra sağlıklı düşünmenin
kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.”
Malvarlığıyla
övünen insanlar tanıdım, kimseye kötüdür diyemem, belli ki kendileri için değer
ölçütü malvarlıkları. Ama insanın en çok sahip olmak istediği şeyler,
kaybetmekten en çok üzüntü duyacağı şeydir. Aya baktıktan sonra evladının
yüzünden başka bir şey görmeyen göz, geleceğe değer vermiş; eğer yanılmıyorsam,
paradan, puldan, unvandan çok daha fazla anlam yüklemiş. Bir insanı, en çok
yaşatacak olan şey, fikirleri ve yaptıklarıdır.
İlaçlar ve
doktorlar, yarlarımıza merhem olur, derdimize deva bulur. Bedenen hayat
kurtarmak ne kadar değerliyse, fikirlerle, eserlerle, öngörülerle insanların
ruhlarının, zihinlerinin karanlıktan kurtulmasına yardım etmek, o derece
değerlidir. Gençken insan bazı şeyleri fark etmez, tecrübesizdir, bazen
düşünmeden hareket eder. Sonra belirli kalıplar öğreniriz. Ama gün gelir, o
kalıplar bu güne uymaz, ya da biz o kalıpları güncel fikirlere dönüştürmeyi
bilemeyiz. Ne zaman ki hem geçmişe, hem de bugüne ait fikirleri birleştirir,
mantık çerçevesi içinde bir senteze ulaşırsak, geleceği hedeflemiş oluruz.
Geleceğin anahtarıysa kalıplaşmış fikirlerden kurtulmaktır. Kalıplaşmış
fikirlerden kurtulmak içinse, eğitimden destek almak zorundayız. Eğitim
deyince, kitaplardan vazgeçebilir miyiz?
Benim
için, ekmek, su kadar gerekli bir ihtiyaç, giyecek tüketimimden daha fazla yer
kaplıyor hayatımda. Bir de eğitim kurumları için düşünelim. Bitlis Eren
Üniversitesi’ne gönderilen kitaplarla, Abdullah Nalbant Usta’nın adının
yaşatılması, bu kitabı okurken beni en çok etkileyen bölümlerden biri olmuştur.
Mevlana’nın
bütün dizelerini yazmadım, tamamını da yazımın içine yerleştirmek, haddimi
aşar. Ancak son olarak şu dizelerden esinlenerek yazıma son veriyorum:
“Her
canlının ölümü tadacağını,
Ama sadece
bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.”
Bu dünyada
bencilce, sadece kendisi için yaşayanların, hayatı tadamadan veda edeceklerini
düşünüyorum. Benim daha hayattan öğreneceğim çok şey var”¦ Yaşarken de hem
kendime, hem de çevremdeki insanlara yardım ederek hayatı tatmayı, benden
sonraki nesle maddi olmasa bile, bir şeyler bırakabilmeyi ümid ediyorum. Tıpkı
Abdullah Nalbant Usta’nın yaşam öyküsünün bende iz bıraktığı gibi”¦
Kendisini
şahsen tanımamış olsam da, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı Yayınları’ndan
çıkan Sayın İlhami Nalbantoğlu’nun kaleme aldığı “AHLAT HALK HEKİMLİĞİNİN
EFSANE İSMİ ABDULLAH NALBANT USTA” adlı kitap sayesinde yazılarla tanımış olduğum için
mutluluk duyuyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)